Olacak Şey Miydi?
Genç kadın, bir bahar sabahı, kuşların cıvıl cıvıl sesini duyarak yepyeni bir güne uyandı. Kuşların sesini dinlemeyi oldum olası çok seviyordu. Bu öylesine tanıdığı bildiği bir ses ki, kuşlar ona adeta her sabah “günaydın” diyordu. Kuşdili bilse hani emin olacaktı; ona günaydın dediklerine. Genç kadın penceresini açarak mis gibi bahar sabahını içine çekti. Gülümseyen yüzü ile ayılmaya çalışan gözlerini ufalayarak, kuşları: “merhaba, günaydın cancağızlarım” diyerek selamladı. Uzun kışların ardından gelen, bir bahar sabahının ışıkları vuruyordu genç kadının gülümseyen yüzüne. Bu kuş cıvıltılarıyla uyanmak, genç kadın için şükür ve umut dolu bir güne uyanmaktı.
Genç kadın, üzerine sıçrayan ve artık ona yapışıp kalan bir sevdanın son demlerini de bir başına yaşamış, ona ağır gelen bir aşktan tamamen sıyırmıştı kendini. Umut bu yüzden onun için en anlamlı sözcüktü. Çok şükür bitti işte umutsuzluk. Hem bir yerlerde okumuştu. “Güneş hala doğuyorsa umut var.” Dememişler miydi? Ne kadar doğru bir ifadeydi. Şimdi bak kafanı kaldır, güneşe uzan, dışarda gürül gürül akan bir hayat ve baharın ilk müjdesi var. Elini uzat, güneşe uzan ve hayatı yakala. İçinde ki sıkıntıyı da düşünmeyi bırak artık, diyerek içini saran o karamsar düşüncelerden uzaklaşmayı seçti. Kuşlara dönüp yine seslendi.” Ah sizde olmasanız kim her sabah kapımı davetsiz çalacak” diye gülümseyerek banyoya gitti. Yüzünü yıkarken de çocukluğundan kalma bir sözü anımsadı. Babaannesi o küçükken yüzünü uyanır uyanmaz yıkaması için her sabah söylerdi : “Sabaha kadar cinler işeymiş yüzüne.” Çocukken çok korkardı bu sözden ve bir gece aniden uyandığında, ya o yüzüme işemeye gelen cinlerle karşılaşırsam diye de çok korkardı, o yüzden geceleri hiç uyanmaz, uyanır gibi olursa da korkudan gözlerini daha sıkı kapatır, hemen besmele çeker ve tekrar uyurdu. O da o zamanlardan kalma bir alışkanlıkla ve çocukluğunda ki o masumiyeti özler gibi, anımsadı babaannesini. Gözleri doldu. Sahi ne kadar olmuştu onu aramayalı? Büyük bir özlemle babaannesini aramak için doğruca telefonu aramaya koyuldu. Hem çok erkendi daha babaannesini aramak için. Uyanmıştır uyanmasına, ama erkenden çalan telefonlar hep korkutur babaannesini. Şimdi yine kesin korkar en iyisi öğleden sonra aramak diye düşündü. Tam telefonu elinden bıraktığı sırada bugünün tarihine ilişti gözü.
Bugün tam bir sene önce o çok sevdiği büyük aşkıyla yolları ayırdığı zamanın seneyi devriyesiydi. Ne çabuk geçmişti koskoca bir sene. Bir ömür sürecek sandığı yangının ardından bir sene geçmiş olmasına şaşırdı. Nasıl geçmişti, içi ne çok acımıştı ilk zamanlar, hiç geçmeyecek sandığı bu yürek yangınının ardından demek tam bir yıl geçmişti. Vay be! Zaman dedikleri kadar hızlı mı akmıştı acaba? Emir’i düşündü Gülay. Aslında birbirlerini çok sevmelerine rağmen çok sevmenin yetmediği zamanları yaşamışlardı. Doğru insan, doğru zaman ve doğru yer üçlemesini daha iyi anlayabiliyordu. Doğru insan olduğunu bilmesine rağmen ikisi de doğru zamanda ve doğru yerde değildi. Birbirlerine birkaç aşk kadar geç kalmış her âşık kadar iyi biliyordu artık bunu. Geçen yıl bu zamanlar baharın ilk müjdesi ayrılık haberini getirmişti. Ve üzerinden birkaç mevsim geçmesine rağmen ayrılığın acısı hala ilk gün gibi taptaze duruyordu genç kadının yüreğinde. İstenmeyen bir ayrılığın ardından gelen yalnızlık sendromları, güvenememe duygusu, kimseyi o adamın yerine koyamaması, antidepresan ilaçları, arkadaşlarının tesellisi derken, aslında herkese aynı oranda işleyen süreç Gülay için de farklı olmamıştı. Rutin hayat bir şekilde devam etmişti.
Babaannesini anımsadı yine, ne çok ağlamıştı onun dizlerinde. Ne çok severdi onu. Hayatta kimsesi de yoktu zaten babaannesinden başka. Annesi ve babası bir trafik kazasında ölmüştü. O günden sonra babaannesi her şeyi olmuştu. Gülay’ı o büyütmüştü. Emeği çok büyüktü. Babaannesi de olmasa kimin dizlerinde ağlardı, kim şefkatli elleriyle saçlarına dokunurdu. Yaşadığı her acıya rağmen onun güçlü durmasını söyler durur: “insanız kızım, her insan farklı tecrübeler yaşar, sen de dimdik duracaksın” diyerek yine onu günlerce koynunda uyuturdu. “Geçecek kızım, geçecek yavrum bu da geçecek “diye avuturdu biricik torununu. Hatta sırf torunu mutlu olsun diye onu alıp romatizma ağrılarına, yaşlı kalbine ve tansiyonuna rağmen deniz kenarında tatile bile gitmeyi göze almıştı.
Oysa bazen düşünürdü babaannede torununa baktıkça, adıyla yaşamasını istediği her şeyin biricik torunun hayatında zıt olduğunu düşünüyordu. Gül ve Ay birleşince bu gencecik, bembeyaz ya da eskilerin deyimiyle “apak gibi pammuk gibi” torunun üzerinde ne güzel duruyordu gül ve ay birleşiminden oluşunca. Anasını –babasını küçücük yaşta elinden almıştı bu hayat, sonrasın da tam evlenecek aşık oldu diye sevinirken de zamansız ayrılmıştı sevdiğinden. Ne kadar da bahtsızmış benim yavrum!
İçinde ki karamsarlık yine gelip sarmasından korktuğu acılarından sıyrılmayı deneyerek, içine karışmış bir hüzünle odasına gitti Gülay.
Bir gün önceden ütülemiş olduğu kıyafetlerini giyindi ve hızlıca çıktı evden. Zaman kaybetmeden işe gitmek ve o temponun içinde kendisini saran düşüncelerden uzaklaşıp hep yaptığı gibi kendisini avutarak, iş yerine gitti. Sabah ki yaşadığı bu duygu fırtınası bütün ruhunu esir alsa da asla teslim olmamalıydı bu düşüncelere, yeniden aynı acıları yaşamaya dayanamazdı. Babaannesinin dediği gibi : “hep dimdik olmalıydı!” Üstelik dışarıya usul usul gelen bir bahar vardı.
Olmuyordu, ne yapsa hafiflemiyordu içinde ki sıkıntı. Çalışmak gelmiyordu içinden. Birden anımsadı babaannesini, arayacaktı hani? Aradı. Konuştular. Çok özlemişlerdi birbirlerini. “Bugün izin alayım geleyim hemen, çok özledim seni “dedi. Hem hafta Sonu tatiliyle de birleşince iki gün bile kardı işte senin yanında, senin özleminle yaşamaktansa. Hem kısa bir yolculuk iyi gelir, oyalardı kendisini diye düşündü Gülay. Babaannesinin yanında daha az düşünürdü. Onun en iyi ilacı zamandan çok babaannesiydi. Bilirdi babaannesinin anlattığı o sevda hikâyelerini, göçlerin hikâyesini içi sızlayarak dinlerdi, hem keyfi yerinde olursa yine babaannesinin o yanık sesinden, o güzelim balkan türkülerini de dinlerdi. Keyifle başlanan türküler yine hüzünlere karışırdı da, babaannesinin gözünden torununa çaktırmadan dökülen gözyaşları akarken Gülay sessizce kalkar sarılır, öperdi onun elma yanaklarını, hep ozon kokan ellerini. Avuç içini öperdi en çok da. O da sessizce Gülay’ a hep söylediği gibi “kalk bir çay koy da içelim” derdi sesindeki burukluğu ve hüznü bastırırcasına. Burnunda tüttü o yaşlı kadının kokusu. Hiç beklemeden iznini ayarladı, internetten de en erken uçak biletini aldı. İş yerinden içini saran büyük bir özlem duygusuyla ayrıldı.
Otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Rüzgâr yüzünü yalayıp geçiyordu. Vızır vızır caddenin ortasında gelip geçen ne arabaları ne insanları fark ediyordu, sadece bir özleme doğru yürüyordu. Ve tam olarak neler hissettiğini tanımlamaya çalışıyordu. Bu düşüncelerin arasında kaybolmak seneyi devriyesinde olan büyük aşkının kahramanı olan Emir’i de anmak gibiydi. Kaderdi işte… Ona mutluluğu yine çok görmüş, lanet olası törelere yenik düşerek yine almıştı mutluluğu elinden. Mutlu olmadığı çoğu zamanlarda, mutlu rolü yapmak her zaman zor değildi. İnsan bir süre sonra kendini de alıştırıyordu zaten, ne bir eksik, ne bir fazla her şeyden gebermeye yüz tuttuğunda insan. Hani yaşamaktı aşk? Gece ile gündüzün sessiz geçişi gibiydi Gülay’ın hayatı.
Yol boyunca yürüdü. Elleri ceplerinde yalnızlığına saklanır gibi adımlıyordu kentin en işlek caddesini. Gökyüzüne kaldırdı başını bir kez daha. Çekti o temiz havayı içine. Sanki bir anda hasret sardı yine her yerini! Adımları yolları ezberlemiş bir şekilde, doğruca durağına götürdü Gülay’ı. Acele etmesine gerek yoktu. Daha zaman vardı. Birkaç saat sonra babaannesinin yanında olurdu ve hem bu günü hem de yaşadığı duygusal boşluğu bir daha hatırlamamak üzere unutabilirdi.
Otobüse bindiğinde şehrin kalabalığına karıştığını iliklerine kadar hissetti. Cam kenarı boştu. Oraya oturdu. Kafasını cama yasladı. Uzun siyah saçlarının camdan yansıyan gölgesini görüyordu. Babaannesinin türküsünü duyar gibi oldu:
“ Vay ben ölem, atın toprak üstüme.
Taş bassın yerime dedi, gönlüne,
Emri olur başım gözüm üstüne,”
O sıra yanındaki koltuğa genç bir delikanlı gelip oturdu. Birkaç bir şey söyledi, hükümete kızıyordu galiba. Kendi hüznü ile o kadar meşguldü ki kafasını kaldırıp bakmadı bile delikanlıya.
Yanına oturan eski sevgilisi Emir’den başkası değildi. Gülay o kadar silmişti ki hafızasından sadece kendi yarattığı bambaşka bir Emir’i özlüyordu, oysa ses tonuna bile yabancılaşacak kadar çıkarmıştı beyni. Ama farkında değildi. Ya da kendi kafasında yarattığı acılarla o kadar meşguldü ki, kafasını meşgul eden adamın ses tonunu bile fark edemiyordu.
Bu adam da amma çok konuşuyor, bana asılmayı deniyor herhalde diye düşündü ve haddini bildirmek istedi. Kafasını kaldırdı ve Emir’in o özlem dolu bakışları ve gözlerinin kocaman mavisiyle karşılaştı.
Sadece şaşkın bakışlarla, ama bu olamaz. Emir diyebildi, kekeledi. Kalbi heyecandan çıkacak gibi atıyordu. Emir sadece gülümsüyordu. Kader bir sene önce bugün onları ayırmıştı. Ama işte bugün burada tekrar karşılaştırdı. Ve emir kendisine ilk soruyu sordu:
“ iyi misin Gülay?”
İyi miyim?
Önce terk edip git ve sonra hiçbir şey olmamış, hiçbir sene geçmemiş gibi gel yanıma otur ve onca acıya rağmen sadece” iyi misin Gülay “diye sor! Ne diyeceğini kestiremedi. “Aslında çok özledim seni “ diye boynuna sarılmak geliyordu içinden. “Boş ver töreleri buluştuk işte, kaçıp gidelim buralardan, bulamasınlar bizi, yaşayalım sevdamızı doyasıya” demek geçiyordu ikisinin de içinden. Birbirlerinin gözlerine uzun süre hasret kalan ve birbirlerini hala çok seven iki eski sevgiliydi onlar, ama ikisinin de ağızından hiçbir sözcüğün çıkmadığı bir an’ı sessizce yaşadılar.
Tam o sırada güm mmm diye bir ses duyuldu. Şiddetli bir patlama oldu. Camlar kırıldı, insanların bir kısmı havaya uçtu, bir kısmı olduğu yerde öldü. Adeta bir can pazarı yaşandı. Her yer kırmızıya boyandı. Her yer kan oldu. Kanların ve yerde yatan insanların üzerinden panikle yine kendini kurtarmaya çalışan insanlar… Kanlara basıp ayağı kayıp yere düşenler, sesler, çığlıklar, havada uçuşan et parçaları… Her yer can pazarına döndü. Havayı barut kokusu, insan eti ve kan kokusu sardı. Ambulans sesleri, çığlıklar, gözyaşları, parçalanan bedenler, havada uçuşan kollar, bacaklar her şey birbirine karışıyordu.
Ertesi gün tüm gazetelerde ve televizyonlarda aynı başlık atıldı:
“Türkiye’nin kalbi, başkent Kızılay’da ki canlı bomba, 34 insanın canını aldı. “
Sahi bu nasıl bir kaderdi..!
2016- Cennet Güvenç
Bir cevap yazın