Efendim ben Tevfik Bey. Herhangi biri. Cam içinde kuru toprağında unutulmuş
kaktüslerden biri. Kurumuş, kurudukça içine dönmüş, ezik büzük bir şey.. İsmim gibi
çapsız bir hayattı benimki ve dün öğleden sonra, apartmanın merdivenlerini yavaş yavaş
çıkarken, o gece öleceğimi bilmiyordum. Öldüm. Tek bir an da. Gülfem hanım ve Eda
tekrarlanan başarısız hayatı terk ettikten sonra, balkondaki kuşlara yem verdikten hemen
sonra. Kalpti.
Öldüğümü salâ okununca anladım.
Çınar ağacı beklenmedik salâ ile titreşti. Mahalleli nefes tuttu. Kadınlar pencere
açtı. Mahallemiz eşrafından Emin oğlu Tevfik Çapsız… “ Aaa!” mahalleli tek ses ve
şaşkınlıkta birleşti. İlk hareketi çınar ağacı yaptı, hafif rüzgara sararan yapraklarını
bıraktı.
Amanın Tevfik abim! Bakkal Ömer tozlu kapıda elinde kesekağıdı belirdi. Hemen
ardında Naciye Hanım. Çınar ağacına neden diye soran bakışlar yöneldi dört bir yandan.
Asırlar süren bir andı. Yaşam ve ölüm arasındaki bağlaç, o an. Öldüğümü bildiğim halde
kendimi bedenli hissediyorum. Bu çok garip. Çiçekleri sularken başlayan çarpıntı hala
göğüs kafesimde. Yaşarken olduğunu hissetmediğim, ölünce varlığını hala taşıdığım
o kafeste. Ani bir sancı, sırtımı ikiye bölen bir yarılma. Bir buz parçası kaydı gitti
ensemden kuyruk sokumuma. Kasımpatılar rüzgarda titredi. Elimdeki cam sürahi
titredi. Kirpik diplerim titredi.
Sürahinin sapına sıkıca tutundum. Yaşam sert ve soğuk. Hiç durmadan titriyor, elimden
kaymak istiyor. Su yok, çok ağır. Bırakamıyorum. Sesleniyorum. Gülfem! Eda! Gidişleri
sırtımdan akıyor. Demir parmaklıkların arasında cadde. Haydar Efendi koşar adım
apartmana geliyor. Yukarı bana bakıyor, geciken apartman aidatını yakaladığını
düşünüyor. Çabuk Haydar Efendi, çabuk… Kapıya gitmem gerek.
Kahvede ateşli bir tavla oyunu. Taşlar vuruyor tahta kutuya. Zar atılıyor. “Hay ben senin
gibi
zarın!”
Doğruluyorum. Bedenim yarık. Bir el dalıyor içeri. Kalbimi avucuna alıyor. Elektrik
akıyor. Şöyle bir tartıyor. Avucunda tutuyor. İçeri girmeye adım atıyorum. İçerisi
karanlık. Görüyorum, camın arkasında boş ocak, bırakılmış bulaşıklar, yerdeki
ekmek kırıntılarına yol yapan karınca sülalesi. Bir de camın karanlığına yapışık onu
görüyorum. Elini kalbime sokanı. Şöyle hafifçe sıkıyor. Gülümsüyor. Aynı ben. Sanki
ben. Dimdik duruyor. Ve bulutlar. Ateş saçan gözlerinin ardı sıra akan bulutlar. Yağmur
taşıyan bulutlar. Kalan gücümle camdakini itiyorum. Eve girmem, kapıya varmam gerek.
Haydar Efendiye… ahhh. El bırakmıyor kalbimi şöyle bir sıkıyor. Dizlerimin üzerine
çöküyorum. Soğan sarımsak sepetinin hemen yanına. Yapmaaa. Ben…ben hazır değilim.
Hiç bir şey yapamadım daha. Bütün hayat. Ne yaptıysam eksik, yanlış. Yanlış adamım.
Kesile kesile bitmeyen bir kurban!
Karanlık gölge ağzını açıyor. “Eee ticaret bu! Bilmeden girersen kalırsın el el üstünde.
Ama Gülfem Hanıma elbise lazım, kızın okuluna para. Her şey özel olmalı.
-Tevfikciğim müzakere değil, istişare edelim. Bu kız bu okula gidecek.
Haydi Tevfik Bey ser postu. Ticaretin nabzı atmıyor tozlu dükkanda. Büyük mağazalarda
her şey taksitle. Gülfem Hanım başı ağrısa beyin emarı çektirir. Ağrıtmamalı!
-Her şey özel olmalı efendim. Bak etrafa çocuğu özelde okumayan kaç aile var? Evladım
pek de akıllı. Haydi Tevfik Bey yaşamımıza karşı sadakat göster. Sadakat göster Tevfik
Bey, sadakat! Ya da !.. Hah hah haaa.”
Sessizlik çöktü tüm ağırlığı ile omuzlarıma. Biraz daha güçlü avuçladı pır pır eden
kalbimi. Kanatlarını kurtarmaya çalışan serçe çırpındı. Kapı vuruldu, avuç bir an
boşluğa düştü. Serçe kanatlarını kurtardı. Var gücü ile silkindi. Ayaklarını da kurtardı.
Elimden tuttu gagası ile. Külçeyi yere bıraktı. Haydar Efendi aidatı o akşam da alamadı.
Rüya içinde yattım salâya kadar.
Camiin avlusunda taşlar ıslak. Mahalleli sessiz ama hızlı adımlarla meraklarına sarılmış,
araya da bir iki hikaye katmış, sarıp sarmalanmış geliyor. Manav İsmail, Nebahat Hanım,
eczacı Sırrı Bey…
Tuhaf, mutlu hissediyorum kendimi. Aşağı mahalleden de, yukarı mahalleden de gelenler
var. Bedenimin titrediğini hissediyorum. Hâlâ bedenimi hissediyorum. İçimde bir şeyler
yükselip yükselip iniyor.
-İki aydır diyorum abi ya. Sen de bir durum var. Bir doktora gözüksen. Dinlemedi. Yazık.
-Vardı vardı bir şeyler. Geçen hafta dükkana geldi. Yağmur yağıyor. Sırılsıklam olmuş.
Şemsiye kolunun altında. Tevfik Abi şemsiyen mi kırıldı dedim, anlamsız baktı suratıma.
Şöyle kafa ucuyla işaret ettim. Kolunun altında görünce şemsiyeyi şaşırdı. Yorgunluk
dedi. Ama bakışında bir cansızlık hissettiydim. Bizim hanıma da dedim var bir sıkıntısı
diye.” Bildiğim kadarı ile yok.” dedi. “Ne sıkıntısı olacak? Gülfem Hanım günden
güne takıp takıştırıp geziyor. Ne sıkıntısı olacak!” Bir de fırça yedik anlayacağın. Bak
doğruymuş.
İşiniz gücünüz laf! bak sinirlendim. Ölüler sinirleniyormuş meğer. Bu seferki akış değil
direkt patlama. Veresiye kabardı mı korkarsın adama bir şey olmasın diye. İçimden bir
şey yükseliyor. Bedenim olsa midem bulanıyor diyeceğim ama…
-Kız! haciz kağıdını yutmuş diyorlar. Yutmakla kurtulunulur mu ayol hacizden? Önce
ince kıyım doğramış bir tasın içine. Üzerine mürekkep döküp yemiş. Ağzı simsiyahmış.
-Yok artık. Tevfik Bey hiç yapar mı?
-Kız valla. Söylemiyorlar. Yıkamaya gir, helalleş, bir de bak bakalım dedim bizimkine,
almadılar.
-Kalp malp deniliyor.
-E anacım kim der bize para yetiştiremedi intihar etti diye.
-Vah vah vah. O sosyete Gülfem’in yemeklerinden zehirlenmiştir garip. Selvinaz salı
günü bendeydi temizliğe. Üst katta doğru dürüst yemek memek pişmiyormuş. Eda ya
baksana nasıl da kurumuş genç yaşında. Geçen sabah Tevfik Bey Selvinaz’a “ Sen güzel
kuru fasulye pişirir misin?” diye sormuş. Canı çekmiş zaar. Kız da ne üzüldü, ne üzüldü.
Bir tabak yedireydim diye. Kıza da konserve monserve ne bulursa açıp yediriyormuş
sosyetik karı. Geldi kız bir gün önce yediklerinden kıvrım kıvrım. Değil temizlik yapmak
helanın içine etti. Aman kızım git dinlen dedim, temizlik memizlik istemem!
Hah hah haaa… Gülfem bunların dilinden zor kurtulur. Bulsun yukarı mahalleden
bir emekli albay otursun işte. Ne yaparsa yapsın. Siliniyor duyguların kesif perdeleri.
Hissizleşiyorum. Yaşamış mıydım? “ Garip hafif bir kıskançlık akıyor üzerimden,
başımdan ayaklarıma doğru. Ayaklarım mı? Evet görebiliyorum. Ayaklarımı da,
ayakkabılarımı, terliğimi ve yeri ve çıplak parmaklarımı. Suyun hemen üstünde.
Islanmadan duruyorum. Hissetmiyorum ama görüyorum. Bir an çıplak, bir an ayakkabılı,
bir an çoraplı. Terliklerim, ilk spor ayakkabım, parmaklarım. Çakıp sönen görüntüler.
Tuhaf bir çözülme duygusu.
-Abicim, ben böyle hayatın içine! Ne diyeyim. Adam ne yapsın? Ne kafa, ne kalp
dayanır. He? Adam ne yapsın? Yaşamayacak mı? Koskoca makine mühendisi, bizim gibi
boru değil. Çalış, çabala, iyi, dürüst ol, koysunlar kapıya. Ne o küçülmek gerekiyormuş.
Bu adam ne yapsın? Ticareti nereden bilecek? Bin bir fırıldak. Ne işin var senin
hırdavatçılıkta?
-Zamanın neresindeyiz kim bilir? Geliyorsun evine son olduğunu bilmeden. Ağır ağır
çıkıyorsun merdivenleri, ağır ağır yükler omuzlarında…
-Bırak abim ya süslü lafları. Adamın canına okundu topluca.
Ah dostum Aksak Necmi! Adam gibi adamdın. Hâlâ öylesin! Ama bir bilsen…şimdi
bildiğimi bir bilsen. Kör Tevfik, Tevfik Efendi, Tevfik Bey ya da Tevfik Beyefendi…
Bu vücutta… vücut…ta hepsinin kaderi aynı. Bedene biçilmiş kaftan kısa, göğsü
birleşmeyecekti ne kadar çekiştirirsen çekiştir.
-Ayyy… gördüm akşam saatiydi. Beş çayı için simitçiye seslenmiştim. O saatte Tevfik
Beyi merdivenleri çıkarken görünce çok şaşırdım. Ağır ağır çıkıyordu. Seslendim,
komşum hayırdır? Gülfem Hanım yok, buyur bir çay iç diye. Çok sever simiti bilirim.
Her hafta sonu beş çayına karşılıklı pencerelerden sesleniriz simitçiye. Bir an durdu.
Merdivene doğru yaslandı. Ay bak dönüp gelecek sandım çıkmaya devam etti. Hava
soğuk, çocuk var. Kapadım pencereyi iyidir diye. Tüh tüh tüh görüyor musun?
Hadi oradan Röntgenci Nebahat. Çok umurundu.
Umur… umursamak. Kayboluyor. Çözülüyor. Titreme. Se… serin bir genişlik…
kaplıyorum. Akışkan. Serin… … Dağılıyor. Sis içine… … …
Bir cevap yazın