Bir sabah uyandığımda parmaklarım yerinde yoktu. Beş yaşındaydım. Parmaklarımın elime bağlı olduğu eklemden mavi mürekkep rengi bir sıvı akıyordu. Çok korkmuştum elimi yüzümü yıkarken beyaz lavaboya akan mavi mürekkebi gördüğümde. Çığlık atarak evin içinde koşmaya başladım. Başım dönüyor, duvarlar dönüyor, duvarlardaki tablolar çerçeveler, yapraklarının çoğunu kaybetmiş takvim, Atatürk portresi, hemen yanındaki anneannemim portresi, hepsi dönüyordu. Zaman, uzundur çalışmayan bir saatin yelkovanıyla akrebinin birbirini kovalaması gibi çalışmaya başlamıştı bir anda. Ben de dönmeye başladım kendi etrafımda, onlar kadar hızlı dönersem hiç bir şey dönmeyecekmiş gibi bir plan yapmıştım kafamda ama olmadı. Döngünün hızına yetişemedim. Dünyanın döndüğünü ve yuvarlak olduğunu Galileo’nun dilinden öğrenecektim ilk, sonra bütün atomların zaten döndüğünü bir metafizik kitabından, sonra alışacaktım bu döngüyle yaşamaya, midem bulanacaktı dünyaya baktığımda hep, ama alışacaktım.
Unuttuğum bir şeyler var. İnsan beyni kötü anıları unutmak üzere gelişmiş, evrim bunu böyle açıklıyormuş, ama ben hepsini unutamadım.
O baş döngüsüyle uyandığım sabahın gününü, apar topar kaldırıldığım beyaz mavi şeritli hastane odasını, aynı şeritlere sahip psikiyatr kliniklerini, siyah giyimli, konuşurken yüzüme tüküren kırışık tenli büyücü kadınları, hiç birini unutmadım.
Parmaklarımın olmadığı yerden akan mavi mürekkebi de, annemin parmaklarımın yokluğundan akan mürekkebin boşa gitmemesi için kırtasiyeci Mehmet Efendiden aldığı mavi çizgili altmış yaprak küçük defterlerimi de. Sonra o dönemlerde en sevdiğim rengin inadına mavi olmasını da. Arabamızın mavi olmasını mesela, bisikletimin mavi olmasını, gökyüzümün mavi olmasını (O dönem baktığım bütün mavi gökyüzünün bana ait olduğunu sanmamı da). Ben unutmadım. Parmaklarımdan akan mavi mürekkep halkalar çiziyordu çizgili defterlerce, halkalar, sıfırlar, inci gibi hepsi, hepsi mavi…
Midem bulanıyor, uzaklara baktığımda, insanlara baktığımda, baktığım gökyüzümün bana ait olmadığını fısıldadıklarında, midem bulanıyor. Hastanelerden nefret ediyorum artık. Psikiyatristleri seviyorum, biraz daha ucuz olsalar daha çok seveceğim. Ya da bana her defasında babama sarılıp sarılamadığımı sormasalar. Bütün travmaların bundan kaynaklandığı hissini veriyorlar bana her defasında. Ama sorsan Galileo’nun dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü söylediğinde neden öldürüldüğünü. Hepsi ayrı yorum yapar. Hepsi kendine göre prim yapmaya çalışır bu konu üzerinden. Ama hepsi aynı soruyu sorar. Hepsine buradan cevap veriyorum. Ben bugün yirmi beş yaşındayım ve babam dâhil kimseye sarılamıyorum. İçimden gelmiyor. İnsanları sevmiyorum ben, babam hariç.
Nerde kalmıştık… Mavi mürekkep. O dönemlerde görülebilen bir hastalık değildi bu. Gerçi şimdi de görülmüyor pek, ayrıca artık evrime göre parmaklarımız daha kaslı ve uzun olacakmış birkaç yüzyıl sonra. Dokunmatik telefon ve tablet kullanmak bunu gerektirirmiş çünkü. Neyse. Parmaklarımın olduğu yerden akan mavi mürekkep musluğu sonuna kadar açılmış bir mahalle çeşmesi suyu gibi fışkırıyordu o dönemlerde defterime. 1995 yılının ağustos ayıydı, hiç unutmuyorum. Geceleri çok akıyordu, sabaha karşı ince, sızarak, öğleye doğru damlaya damlaya. O zamanlarda yorgun düştüğüm için parmaklarımı gazlı bezle sarıyordu annem. Sokağa da çıkamıyordum artık, parmaklarım olmadığından değil, evin duvarlarının dışına çıktığımda uzaklar sınırına geliyordum ve başım daha çok dönüyordu. Kırtasiyeci Mehmet Efendiye anlatmış babam, yakın arkadaşıdır, şimdilerde başka bir şehre taşınacakmış hatta ailesiyle birlikte, babam büyük bunalım yaşıyormuş arkadaşı gideceği için. Annem söyledi. Ben de belki de kırtasiye kapanacağı için, babamın yıllardır kokladığı kitaplar başka raflara dizileceği için girmiştir bunalıma dedim. Annem güldü, konuşmadı, telefonu kapattı. Annem hep güldü babamın kitaplara olan aşkından bahsederken ben.
Neyse. Mehmet Efendi beni kırtasiyeye çağırmış, kitaplar için. Baş dönmelerimi nasıl yendiğimi anlattığım kısma geliyoruz şimdi. Kırtasiyeye gittiğimde burnuma dolan matbaa ve mürekkep kokusu beni kendime getiriyor. İlaç gibi, iyi geliyor. Mehmet Efendi işinin ehli, babasından tanıyor olmalı kızını. Ve aynı adamdan yıllarca duyacağım, her kitap alışımda duyacağım, o öldüğünde bile mütemadiyen duyacağım cümleleri işitiyorum. “ İstediğini al kızım, parası önemli değil, kitaba verilen paraya acımam ben…” Babamın beş çocuk büyüttüğü sıkıntılı zamanlarında duyduğum en acıklı cümleydi bu. Sonrasında “VERESİYE YAZILARAK ALINAN KİTAPLAR” diye bir şeyler yazmayı düşünecektim. Ama yazmayacaktım tabi. O anı kelimelerle resmedemeyecek olmam mahvedecekti beni. Mahcup edecekti hep babama karşı. Ona mahcup olarak yaşamak hep acıtacaktı içimi…
Sonra sokaklara salamadığım bedenim evin farklı köşelerinde ısınacaktı kitaplarla. Gözüm bozulacaktı okumaktan, gözlük alacaktım, gözlük bana çok yakışacaktı, romantik kızlarla sevişmek isteyen bütün adamlar aynı cümleyi kuracaklardı iltifat diye.
Neyse. Kitaplara bakarken yenmiştim baş dönmesini. Artık kendime ait bir sürü gökyüzüm vardı. Kahramanlarım sorgulamıyordu parmaklarımın olmadığı boşluğu, saygı duyuyorlardı, onların dünyaya gelme sebebiydi olmayan parmaklar. Hem yalnız hissetmiyordum artık. Başka parmaksızların kahramanlarına âşık oluyordum çünkü her gün… O parmakların olmayışı bana dünyaları bağışlamıştı.
Sonra parmakları olmayan adamlara âşık oldum. Onların kadınların ellerini sevdiğini bilmeden. Onlar da önce âşık oldular bana, öyle sandılar. Ama dokunmatik telefon kullanan ve kelimelere saygı duymayan kızların ellerini tuttular hep. Onların parmakları var diye mi seçmediler beni, yoksa benim parmaklarım yok diye mi onları seçtiler bilmiyorum. Zaman zaman bunları düşünüp ağlıyorum doğrusu, parmaklarımı özlüyorum zaman zaman. Onlara dokunabilecek adamlara sarılabilir miydim diye düşünüyorum…
Neyse. Yaşım ilerledikçe parmaklarımın olmadığı boşluktan akan mürekkebi kontrol etmeyi de öğrendim. Bazen aylarca tutabiliyorum akmasın saçma sapan yerlerde diye. Bazen, belki sonsuza kadar tutarsam parmaklarım tekrar yerine gelir ve mürekkep akıntısı durur diye hayal ediyorum. Dokunmatik telefon kullanabilirim ve âşık olduğum adamlar geri döner belki parmaklarım olduğunu görünce, dönerler mi, kim bilir…
Bir cevap yazın