Sabah uyandığımızda, mutfak masasının üzerindeki eski püskü düdüklü tencereye dayandırılmış bir beyaz kağıt üzerinde, bize sadece bize, çocuklarına, yalnızca şu notu yazıp bırakmıştı.
“Keşke, her şey farklı olabilseydi… Allaha Emanet Olun… Anneniz”
Hepsi bu kadardı işte… Nefret ettiğimiz keşkelerden ibaret bir hayattı bizimkisi.
Üç kardeşdik biz. En büyüğümüz 13 yaşında ki, o ben oluyordum. Diğerleri ise, 10 ve 8 yaşındaydılar. Bir tespihi oluşturan boncuklar nasıl imamesi kopunca dağılırdı etrafa, biz de tıpkı o boncuklar gibiydik artık. İmamemiz kopmuş ve hatta kaybolmuştu birdenbire. Ya da, her şey yavaş yavaş olmuştu da, biz hiç anlayamamıştık.
Babam mı? Babam, o sabah, dönüşü olmayan bir sessizliğe gömülmüştü. Annemin adını tüm hafızalardan silmek istedi. Nasıl olacaktı ki o. Evdeki tüm menekşelere kadar her şeyi sokağa atılmıştı.
Annem, annemiz, Menekşe… Lügatımızdan silmemizi istemişti babam. Haksızlığın ikinci büyük travmasını yaşıyorduk. Adını taşıyan hiç bir canlı duramazdı artık bu çatı altında. Çiçekler bile…
Görücü usulü bir evlilikti onlarınki. Evlilik müessesesi için evlenecek olan kadın ve erkek karar vermezdi bu usulde. Büyükler uygun görür ve onlar adına karar verirlerdi. Evlenecek olan erkek şanslıydı kadına göre ve daha hakim olurdu konuya. Erkekti sonuç olarak. Evleneceği kadını bir şekilde gösterirlerdi uzaktan da olsa. Kadın ise, eline tutuşturulan en fazla vesikalık bir fotoğraf ile teşrif olurdu evinin erkeği olacak adamın siluetine. Kadın kısmısı, gezmez tozmazdı öyle sokaklarda. Ayıptı bir kere, günahtı. Evlenecek yaşa geldi mi on üç, on dört yaşlarında, okula da gidiyorsa şans eseri, okuldan alınır ve hemen başı bağlanırdı. Oyuncak bebek, defter, kitap, kalem, gizliden kurulan düşlerle vedalaşılırdı birden bire, öylece. Gözler, hep yaşlı, hep hüzün dolu. Hem, ne vardı ki bunda ağlanacak. Annesi, ablası, hatta anneannesi de bu yaşta evlendirilmişlerdi. Kabullenilmesi gereken normal bir durumdu bu…
Söylenen hiç bir söz gözlerdeki o yaşları dindiremezdi ki, pencereden sırtında çantası takılı okula giden arkadaşlarına baktıkça. Keşkeler ile tanışıklık işte böyle başlamıştı. Reşit olmayan kız çocuklarının nikahı anne ve babası eşliğinde kıyılırdı. Sonrası malumdu zaten. Kucağa verilen ilk bebek, sonraki ve sonraki…
Anne olmak ya da olmamak, o bile sorulmazdı ki…
Anne ve babasını hep suçlamıştı. Nikahtan sonra ne baba evine gitmişti ne de onların evine gelmelerini istemişti. Bir daha da hiç görmedi onları ve tabii bizlerin de görmesini hiç istemedi. Görmedik.
Annem, hiç alışamamıştı bu düzene. Babam ise, kendine eş yapılan bu kadını güzel Menekşe’sini çok sevmişti. Sırayla önce ben, sonra kız kardeşim ve ondan sonra da erkek kardeşim dünyaya gelmiştik. Annem, hep mesafeliydi babama. Önceleri, daha küçükken, bu durumu anlayamasam da, büyüdükçe, fark ediyor ve bu mesafenin hissedilir derecede arttığını gözlemleyebiliyordum. Annemin tek dayanağı bizlerdik. Bizlerin okumasını ve büyük insanlar olmamızı çok istiyordu. Özellikle ben ve kız kardeşime her akşam uyumadan önce sıkı sıkıya tembihlerdi. Okuyup, kendimizi geliştirecek, büyük büyük insanlar olacaktık. Sakın haaa sakın, küçük yaşta kimse aklımıza girip te bizleri evliliğe hapsetmeyecekti…Keşke, kendisi de okuyabilseydi ve kendi hayatını kurup, kendi kararlarını alabilseydi. Keşke ah keşke…Beynimize bu konuşmalar bir bir kazınmıştı resmen. Şimdilerde daha iyi anlıyordum annemin içinin lanet olası o keşkelerle nasıl da yandığını. Evi, hapishane, eşi ise, ona her zaman iyi davranan gardiyanıydı annemin. Çocukları ise, yüksek duvarlar ve pencere aralıklarından yakalamaya çalıştığı bir avuç güneş ışığıydı.
Evli kaldığı on beş yıl boyunca, hiç sevemedi sevmeye de çalışmadı babamı. Bir görevi, yerine getirmek zorunda kalandı o. Bizler olmasaydık belki de, bu kadar uzun sürmeyecekti mahkumiyeti, kimbilir. Babama gelince, kendine mutlu bir tablo çizmeye çalışan, emanet bir hayatın sahibi olmaya kendini inandırmış bir garip insandı. Arzuhalciydi babam. Mahkemelerin kapısında, elden düşme, derme çatma daktilosuyla, bir bacağı kısa eski püskü bir sehpanın üzerinde, dilekçe yazmasını beceremeyenlere, üç beş kuruş karşılığında, bir kaç düzgün cümleyi bir araya getirerek dilekçeler yazardı. Aradabir de, akıl verirdi duruşmaya girecek ya da dava açacak insanlara. Bazen yanında durduğumda, görürdüm gururla kurduğu cümleleri bir hakim edasıyla. Üç beş kuruş kazansa da, severdi işini. Onun için arzuhalci olmak büyük bir işti. Zamanla, teknoloji ilerledikçe, babamın gururlandığı mesleği de, unutulmaya yüz tutup, tarihe karışacak ve bilgisayarlara yenik düşecekti.
Her akşam eve geldiğinde, kapıda Menekşe’sinin onu karşılaması, hoşgeldin demesi, ayaklarına terliklerini getirip, sırtındaki ceketini alması pek hoşuna gider, böbürlenirdi kendisiyle. Annemin babamla hepitopu iletişimi buydu neredeyse. Babam, annemin az konuşan, işini yapan fabrika işçisi bir kadın gibi çalışmayı sevdiğini zannetmişti yıllarca. Yanılmıştı. Hem de çok yanılmıştı. Görememişti onda yanan keşkelerin oluşturduğu dev ateşi. Nasıl yaşamak ve görmek istediyse hep öyle görmüş ve yaşamıştı. Erkekler, ne çok hata yapıyorlardı aslında böyle yaşayarak. Yalnızca kendi gölgene bakarak yürümek ne büyük hata idi.
Çok geçti artık hem de çok geçti…
Kardeşlerim daha küçük oldukları için herşeyden habersizlerdi. Genel ihtiyaçları ve sarılacak bir anne kucağı, abla desteği onların hayatı demekti. Evimizin annesi Menekşemiz artık yoktu. Geriye ondan emanet kalan keşkeleriydi.
İşte o zaman nefret ettim keşke ile başlayan cümlelerden. Kendime bir söz verdim. Hayatım boyunca, keşkelere hiç ihtiyaç duymadan yaşayacaktım. Alacağım tüm kararlarda, sonucu kötü bile olsa, asla keşke demeyecek, yoluma devam edecektim. İyisiyle kötüsüyle, kararlarım ve yaşayacaklarım bana ait olacaktı. Buna hiç kimsenin engel olmasına izin vermeyecektim. Öyle de yaptım. Kendime verdiğim sözü tuttum.
Başardım.
Yıllar yılları kovalamıştı. Babam, iyiden iyiye yaşlanmıştı. Günün birinde de, yatağında uyurken öylece gidiverdi aramızdan. Sessizliğini hiç bozmama yeminini, hayatının son dakikasına kadar tutmuştu.
Annem, yani Menekşe ise, hayattaydı hala. En azından bizleri uzaktan takip ettiğini duyuyor, içten içe de mutlu oluyorduk. Babamın vefatıyla, bizi yalnız bırakmaz ve aramıza döner diye umutlanmıştık. Ama olmadı böyle. Dönmedi. Bir karar vermişti ve bu kararının sonucuna katlanmıştı. Belki de, anlatacak ya da savunacak bir şeyi olmadığı için dönememişti. Kendini suçlu hissediyor da olabilirdi. Keşke diyebilmiş miydi? Hiç bilemedik bunu. Sonra da duyduk ki, Menekşe yani annemiz de, tamamen ayrılmıştı bizlerden. Artık, ne babamız ne de annemiz vardı bizim. Sımsıkı sarıldık birbirimize. Herşeye rağmen hayat devam ediyorken, küsmek, terketmek neden olacaktı ki hayatlarımızda.
Birer yetişkindik artık. Hayat, tercihlerimizden ibaretti, doğru. Bazen de, tercih edemediklerimizdendi. En kötüsü ise, beynimizi tırmalayan, olsaydı ya da olmasaydı ne olurdu diye kıvrandığımız o başbelası keşkelerdi.
Ölmeliydi bütün keşkeler. Ölsün bütün keşkeler…
Bir cevap yazın