Dizlerinde uyuduğum ilk gün gibi bekliyorum,
Karanlığın içinden gelmeni.
İlk Bölüm
Kara Topraklar
Karanlık gece, Gümüş Ay ve Karanlık Hilal Kraliçenin kılıçlarının adı.
Karanlık gecede dolunayın ışığında kendisini ayinine vermiş yitik bir adam. Pek çok
dolunayda olduğu gibi veya her dolunayda, genç adama sorulsa anımsamadığını söylerdi, elinde
şarabı kaldırımın köşesinde oturmakta, bardak yok, kaldırımı sahiplenmiş. Sahiplenme ona mı ait?
Yoksa adam mı sahiplenilmiş kaldırım tarafından? “Anlamsız sorular soruyorsun” dedi genç adam.
Adam bunu neden yaptığını bilmiyor, bu yer, zaman ve davranışında ne anlam arayacağını
bilmiyordu. Anılarının pek çoğu kayıp bir adamdı ve olduğu yerler ilgili vardığı tek yargı hayatının
merkezi olduğuydu. Elbette an ve zaman vardı, önce an bulmalıydı zamanın içinde ki yerini, sonra
zaman kavramalıydı anıların içinde ki değerini… Bu zaman dışında geçmeye bile korkardı bu
sokaktan, kusmakla başlayan nöbeti, burun kanamasıyla ve hemen sonra bilincini ve anılarından
bir kaçını daha kaybetmesiyle son bulurdu.
Sonra yine dolunay gelirdi, zaman geldiğinde kendini buraya yürümekten alamaz, yolda
verdiği tek mola da şarabını almak için olurdu. Sabah buradan geçenler yarısı içilmiş bir şişe
görürlerdi, yirmi yıllık bir geçmişle bir ritüel, dini bir ayinin kalıntısıydı bu görüntü.
Aynı gece, aynı zaman da, aynı ayın altında şehrin hemen sınırında bir başka hikaye
Altı adam şehrin sınırını geçmiş Kara Topraklara ayak basmışlardı, ince bir hatta ayrılan
sınırın hemen diğer tarafında yüz kişiden biraz eksiği olan bir diğer grup bekliyordu.
Altı kişiden oluşan grup yolculuklarının başında seksen kişi kadarlardı, diğer grupla
karşılana kadar da bu durum değişmemişti. Avcılar diye adlandırdıkları bu grupla
karşılaştıklarında, pek çoğu ilk saldırıda olmakla pek çok arkadaşlarıda kaçarlarken
katledilmişlerdi, sonunda altı kişi kalana kadar. Al avcı kelimesinin bu adamlara şimdi burada tam
anlamıyla oturduğunu düşünüyordu, daha öncede korktuğu olmuştu fakat kendini gerçek bir av
olarak hissettiği ilk sefer buydu.
Sınırın dışında ki grup onları buraya kadar takip etmişler, asla vaz geçmeyecek gibi
görünürlerken bir anda durmaya ve beklemeye karar vermişlerdi. Al avcılara ve arkasında ki şehre
baktı belki ilerlemeliydiler, böyle bir fırsatları varken kaçmak en doğrusu olurdu, biliyordu yada
hissediyordu orada karşılarında bekleyen ölümden bile fazla karanlık olduğunu. Sonunda kalmaya
ve olacakları görmeye karar verdiler, avcılara baktılar yüzlerinde harekete geçeceklerini gösteren
Sonra bir çıkış yolu için avcıları incelemeye koyuldu, hiç birinde en ufak bir hareket yoktu
hala, hepsi siyahlar içinde olan grubun askeri bir düzeni de varmış gibi görünmüyordu. Spor
ayakkabılar, siyah tişört ve kot pantolanlar, tek uyumları siyah olmasıydı, gece avına uygun
giyinmişler diye düşünüyordu. Sağ kollarında renkli dövmeleri gördüğünde Al anlatılanları
anımsadı, efsaneler gibi anlatılan oysa anlatıcılarından çok daha genç olan hikayelerdi bunlar.
Sarı, beyaz, yeşil ve mavi dövmeleri görüyordu, renklere göre duruşlarına baktığında az da
olsa bir düzen olduğunu düşündü. Her renk farklı yeteneklere sahip farklı takımları anlatıyordu
hikayelerde, en ön saflarda olan mavi renkse asıl savaşçılar demekti. “Yine de” diyordu hikayeci
“diğerlerinin kalplerinizi sökemeyeceği yanılgısına asla düşmeyin” avcılarla karşılaşmış ve
yaşamaya devam etmiş çok az kişiden oluşan ufak bir grup sayıla bilirdi bu hikayeciler. Tüm
bunların içinde kırmızı rengi aradı, onun hakkında ki efsaneler çok daha korkunçtu, Legr
görüldüğü tek yer olarak biliyordu, safkanların şehrinde bir katliam yaptığı anlatılırdı. Bunu kimse
itiraf edemese de adı geçtiğinde bir kaç safkanın yüzünde ki ifadeyi görmüştü ve bu ifadeler kadar
doğruyu anlatan bir kelime bulunamazdı. Ve yine safkanların gizleyemediği ve şehirden çıkan tek
haberdi, bir başka anlatılana göreyse safkanlarda var olmayan bir neslin sorumlusunun o olduğu
anlatılırdı. Al’ın ölümün kendisinden daha çok korktuğu iki şeyden birisi o adamdı. Şimdi burada
Bunların yanında şehre kaçmaktansa savaşmaya karar vermişlerdi, öleceklerinin farkında
olarak içlerinden belki birisi kurtulur umuduyla olan bir savaş, kararlarına rağmen bu anlamsız
bekleyiş bir süre daha uzadı. Sonunda avcıların hareketlenmeleri ve geçmesi için birisine yol
açmalarıyla sessizlik bozuldu.
Gelen adamın diğerlerinden bir farkı yok gibi görünüyordu, kollarına dikkat etti Al
herhangi bir renk görememişti. Sonra herşey açıklığa kavuştu, adam kılıcını çıkardı ve yere
sapladı. Kılıcından mavi bir bez parçası sarkıyordu. “Kesinlikle” diye düşündü Al, şimdi her şey
çok daha açık, en azından mavi olmasaydı diye dilediğinin farkında bile olmadı.
Sekiz komutan asıl olarak Los tarafından eğitilmiş ve dövmeleride olmayanlardı, kılıçlarına
bağlanmış bez parçaları vardı sadece, bunun kızıl olana bir hayranlık göstergesi olduğunu
söyleyenler vardı, fakat bu konu avcılar arasında da bir efsane olmaktan ileriye gitmiyordu.
Avcılar hakkında bildikleri bu kadardı, yine safkanların daha fazlasını bildiğini düşünüyordu Al,
“o piç herifler biliyorlar ve bildiklerini bile anlatmadan bizi onlarla savaşa gönderiyorlar” düşünce
kısa zamanda aklından silindi, nede olsa Al ve diğerleri onların gözünde piç evlatlar gibi
olmalıydı, evlatsa fazlasıyla iyimser bir düşünce olmuştu.
Sekiz komutanın en güçlüsüydü mavi olan ve Teoris diye anılırdı. Kalabalığın içinden geçti
kılıcını sınırın hemen dışında yere sapladı ve adımını sınırın diğer tarafına attı. Bu basitçe
korkmuyorum demekti, yalnız, silahsız ve karşınızdayım diyordu. Arkasına dönerek kimsenin
hareket etmemesini emretti. Buğday sarısı saçları yeni çıkan rüzgarla uçuşurken mükemmelliğe
yakındı görünüşü, antik çağlardan kalma bir tanrı karşılarında ihtişamından hiç bir şey
kaybetmemiş bir biçimde duruyordu. Al etrafındaki havanın hareketlendiğini hissetti, rüzgarın
içinde bir ses vardı onlara ölümü haber veren, bu adamın, mavi komutanın güçlerinden birisimiydi,
neydi bilinmez ama Al ve diğerlerinin duydukları yalnızca ölümün fısıltısıydı, hissettikleri farksız.
Al’ın hissedemediği ve onu asıl tedirgin eden konuysa bu adamda en ufak bir öldürme
Komutan yaklaşmaya devam etti ve adamların arasından yürüdü, sakinliğini bir an olsun
bozmadı, amacı onları öldürtmekten çok kendini öldürtmek gibi görünüyordu. Kendini
savunduğuna yada savunacağına dair en ufak bir alamet göstermemiş, onlara bakmamıştı bile
gözleri daha çok ileride ki şehre bakıyorlardı.
Bu onlar için kaçınılmaz bir fırsattı, adamlar komutanın üstüne atıldı, yalnızca Al tutmuştu
kendini ve yanında Vinus’u da. Al Vinus’u durdurmak için kolunu öyle sıkmıştı ki, Vinus’un
öldürme isteği gitmiş geriye yalnızca acı kalmıştı, hissettiği bu acının ona yaşayacak uzun yıllar
Kalan dört adam komutanın üstüne atıldılar, aynı anda mavi dövmeli adamlardan ikisi
kılıçlarıyla ileri atıldı. Sonra…
Zaman durdu, büyük bir gölge hepsinin üzerini kapladı, öyle yoğundu ki gölge hareket
edemediler, nefes almak zorlaştı, düşünemedikleriniy fark dahi edememişlerdi. Al dört arkadaşının
havada parçalandığını gördüler, üçü yandı, henüz genç olanıysa yarı çürümüş bir ceset olarak yere
düştü. İki avcının kaderi de farklı olmamıştı, bedenleri yere düştüğünde iki parçaydılar.
Geldiği gibi bir an da kayboldu gölgenin ağırlığı, gözlerinde ki kararma kayboldu
adamların, zamanın normal akışına dönmesiyse bir an daha uzun sürmüştü sanki.
Komutan olacakların farkındaydı, Kara Toprakların kurallarını biliyordu, yine de
dostlarının ölümü beklenmedikti onun için. Arkasında duran adamlar emirlerini uygulamakta asla
tereddüt etmemişlerdi, şimdi farklı olan neydi, adamları bağlılıklarından vazgeçmiş değillerdi. Bu
bağlılık ve koruma isteği emirlerinden daha mı önemli hale gelmişti. Gençler hep böyleydi zaten
diye düşündü, yine de bu hataları ölümlerini gerektirmezdi kuşkusuz. Gölgenin içinde ki adama, o
hayalete müthiş bir öfke duyuyordu.
Hayatında belki ilk defa kontrolünü kaybettiğini hissetti, etrafında ki hava hareketlenmeye
başladı. Saniyeler sonra bir fırtına oluşmuştu, Al ve Vinus’u içine çekecek bir fırtınaydı, oysa
komutanın bütün öfkesi karanlıkta ki adama yönelmişti, komutan elini boşluğa uzattı hayalettiği
bir kılıcı kavrar gibi, kılıcı emrini anlamıştı saplandığı yerden fırladı ve elinde belirdi. Kılıcı
sadece bir silah değildi, ruhunun bir parçası, ruhunun en karanlık ve yıkıcı kısmının hapsedildiği
Al’a bu durum bir an için tanıdık geldi, göğsündeki eski yaranın buna benzer bir his
verdiğini düşündü. Al safkanların bilgisine sahip olsaydı bunun İtukalılara özel bir silah olduğunu
bilirdi, yine de en bilge Safkan veya İtukalı bile olsa bir insanın bu silaha nasıl sahip olduğuna bir
açıklama getiremezdi. Ve elbette ne Al nede bir başkası göğsünde ki yaranın sıradan bir kılıçla
açılmış olduğunu bilemezdi.
Kılıcın komutanın eline değmesiyle yaratılışında ki yıkımın hissedilmesi bir oldu.
Başlangıçta fırtına olarak adlandırdığı olay yaşananlar karşısında yaz esintisi olarak adlandırıla
bilirdi yalnızca. Bu fırtınanın hedefinde ne Al nede Vinus vardı, oysa unutmamaları gereken çok
önemli bir konu vardı ki, fırtına yalnızca hedefini yok etmezdi. Gölge ve Fırtınanın savaşı arasında
ezileceklerini düşünüyordu.
Kulağının dibinde patlayan bir ses bombasından sonra ki sessizlik gibi aniden yok oldu
fırtına. Komutan gücünün yok olmadığını sadece bastırıldığını hissetti, şehirden kendine doğru
yeni bir fırtına yaklaşıyordu, ve ses duvarını aşan bir cismin patlama seslerini duydu ardarda, cisim
komutana vurduğunda bunun sadece hava olduğunu farketti, kendi silahıyla vurulduğuna
Komutan binlerce metre geriye uçmuştu sonunda bir tepeye çarpıp durduğu yere kadar,
bütün kemikleri kırılmış fakat yaşayacaktı sonuçta. Teoris gücünü eski dostuna denk görecek kadar
aptallaşmış olmasına utanıyordu, belki ilk hatasıydı bu onun. Kesin olarak anlamıştı artık şehirde
hiç bir istisna uygulanmıyordu. “Belki” diye düşündü.
Al ve Vinus şehre ilerlediler.
Olayın üzerinden ancak on dakika geçmişti ki Alaaddin olay yerine vardı, iki avcı bedenini
parçalanmış şekilde bulduğunda onları orada bırakamayacağını biliyordu. Her ne kadar düşman
olarak karşılaşsalarda her seferinde gömülmeyi hak eden saygı değer düşmanlar olmuşlardı çoğu
Avcılar Alaaddin işini bitirdiği sırada oraya geri gelmişlerdi, dostlarının gömüldüğünü
gördüklerinde ona teşekkür ettiler, artık yapacak daha fazla bir şey yoktu. Aladdin onlara baktı ve
yeri geldiğinde ne kadar terbiyeli çocuklar olduklarını söyledi. Bir yandan da aklından yarım şişe
şarabıyla sarhoş olan dostuyla ilgilenmek zorunda olmasa bunları engelleye bileceği geçiyordu.
Durum böyle olsaydı ne avcılar nede diğerleri ölmemiş olacaklardı, neyse ki ikisi yaşıyordu ve
şehre ilerliyorlardı, aptalca gereksinimlerinden dolayı kendilerini öldürtmeden önce onları
Tam bu sırada gölge ikinci ken şehrin üzerine çökmüştü, son yirmi yılda Alaaddin bunu
defalarca hissetmiş olamsına rağmen hiç bir zaman doğasında böyle bir vahşilik yoktu, çoğu
zaman güven verici olmuştu.
Gölge dinmeden hemen önce insanlar iki şey hissetmişlerdi, sabah anlatacakları vahşi bir
hayvanın acısını hissettikleri olacaktı ve bir şekilde gölgenin sindirilmiş olduğunu.
Bir cevap yazın