Ölü Şehir
Kutsal ve Lanetli olanın bir araya gelmesi
Işık ve Karanlığın ufkunda ikisi bir arada
An ve Zamanda
Beşinci Bölüm
Ceviz ağacının gölgesinde bir yaşam ve anılar
Bal Arısı
Kralın Gölgesinde
Sıfır
Yine bir dolunay sonrası, oda da ayakta durmuş geceye dair hiç bir anısı olmayışını düşünüyordu. “Neye şaşırıyorsun” dedi içinden bir ses “unuttukların mı yoksa hatırladıkların mı daha fazla karar verebiliyor musun?” Barış iç sesine cevap vermeye tenezzül etmedi, ilgisi çoktan yatağında uyuyan kadına yönelmişti, bir kaç adım attı, kendi adımlarında ki çekingenliğe şaşırdı. Ona ait olan bu yerdeki davranışına anlam vermekte zorlanıyordu.
“Unuttuğum ne?” diye sordu kendisine, yıllardan beri hiç bir şeyden emin olmamıştı, ihtiyaçta duymamıştı buna ve şimdi unuttuğu ve kendisi için önemli olduğunu düşündüğünü hatırlamaya çalışıyordu, beyhudeydi çabası. Hemen arkasından yükselen çığlıkla kendisine geldi, bir rüyadan uyanırcasına.
Arkasına döndü, odada ki az sayıdaki eşyadan biri olan masanın yanında dikdörtgen bir kutu vardı, varlığını bile unuttuğu bir kutuydu bu, uzatıp üzerine astığı montunu aldı ve kutu hala oradaydı. Kutunun orada olduğunu elbette biliyordu, kafasında net olan çok az bilgiden biriside bu olmalı, kutunun varlığı dışındaysa bir o kadar az biliyordu. Kutunun üzerine ayın dört evresini anlatan bir işleme yapılmıştı, çığlığın kutunun içinden geldiğini ve kaynağın ne olduğunu da biliyordu, yine de kutunun nereden ve ne zaman geldiğini anımsayamadı. Uzanıp kutuya dokundu, ay işlemelerinin üzerine, dokunmasıyla birlikte seslerin kaybolması da aynı anda gerçekleşti, kadının huzurlu uykusunda hiç bir bölünme olmadığını fark ettiğinde sesleri duyanın sadece kendisi olduğunu düşündü.
“O güvende bizse geç kalıyoruz” diyordu şimdi kafasındaki ses “geç kalıyoruz al bizi” dediğinde seslerin kendisine ait olmadığını fark etti, kutunun içinden gelen seslere güvendiğiniyse henüz fark etmemişti.
Kafasını kaldırarak masanın üzerine baktı, siyah kaplı bir kitap vardı. “Önce bu kitap sonra da kutu, nereden geldiğinizi neden hatırlamıyorum?” bir soru değildi elbette Barışın cümlesi, belki bir parça sitem vardı sesinde.
-Hangi kitap? Ses yine kutudan gelmişti, sonra ikinci bir ses devam etti kaynağı aynıydı. “Defter olduğu öğretilmişti sana.”
Burnunda bir ılıklık hissetti, ılık bir kan akıntısı başladı. Kendi kanının kokusunu alabiliyordu, önce dizlerinin üstüne sonra zemine düştü gözleri kapandı.
Yıllarca uyumuş ve güzel bir rüya görmüş gibiydi kısa uykusundan uyandığında. Karanlıktı kadının yüzü, hatırlamaya çalıştı. Hatırlamaya çalıştıkça fark ediyordu, sesi de yoktu kadının yalnızca kelimeler vardı belleğinde. Kitabın alnına çarptığını görüyor, sonra sesi olmayan kelimeler duyuyordu, çok derindeydi kelimeler ulaşılmayacak kadar. “Bunun bir defter olduğunu görmüyor musun?”
-Ama yazılmış bir kitap o ve basılacak, diye cevap veren kendisiydi.
-Üzerinde senin el yazın var, basılsa bile bu bir defter olarak kalacak.
Defter kafasına bir kez daha çarpıyordu, nasıl olduğunu bilmese de defter olduğuna ikna edildiğini düşünüyordu, bu tek bir sözle değildi belki ama zamanla öyle olmuştu. Kafasına çarpıp uzaklaşırken her nasılsa mutlu olduğunu biliyordu, şimdi bile onu gülümsetecek bir mutluluk olarak aklına kazınmıştı ve defterin üzerinde ki isimde hiç olmadığı kadar tanıdık geliyordu, belki hikayenin adı diye düşündü “Lillian”.
——————————————————
Kutuyu alıp omzuna attı, kapıdan çıkmadan tekrar kitaba baktı kitabın üzerinde yazan kelime “Lilan”dı.
Sokağa çıktı yürümeye başladı, bu her dolunayda yürüdüğü yoldu, “yine mi aynısı oluyor” diye düşündü, aynı köşeye mi gidiyorum diye aklından geçtiğinde durdu ve arkasına baktı, isterse döne bilirdi, yol ve zaman aynıydı fakat bu sefer sırtında ki kutu dışında bir fark daha vardı, kontrol biraz daha onun elindeymiş gibi hissettiriyordu bu gece. Ezberlediği adımlarla yürüdü yine, aynı köşeye doğru devam etti yoluna, sokak lambalarının ışığı azalmış gibi görünüyordu, dolunay zamanı olduğundan çok daha karanlıktı. Sonunda o kadar karanlık olmuştu ki yabancı olduğu bir yolda yürüdüğünü düşündü.
Sonsuz bir boşluğun içinde yürüyormuş gibi hissediyordu, sonunda ileri uzattığı eli bir şeye değdiğinde olması gereken yerde olmadığını anladı, bir ağaç gövdesine dokunuyordu ve bu sokakta yada bu çevrede böyle bir ağaç olmadığını iyi biliyordu. El yordamıyla ağacın arkasına dolandı, yapraklarla örtülmüş tavandan çok az ışık geliyordu, bir ormanda olduğunu zar zor fark etti.
Şurada bir patika olmalı diye geçirdi aklından, olmamasını diledi sonra ama patika orada tamda bildiği yerde, aklında beliren şekliyle duruyordu. Çıkıntı yapmış hiç bir taşa takılmadı, karanlıkta hiç bir dönüşü kaçırmadı gün ışığında yürürcesine devam etti yoluna, gün ışığında olmakta çok daha rahattı belki de. ormandan çıkıp ayı gördüğünde rehberini bulmuştu, bu şehrin üzerinde her gece parlayan aydı, ay dışında çevresine baktığında hiç bir detayın aynı geceye ait olmadığını düşündü, öyle ki gökyüzü bile başka bir zamandan kopmuş gibiydi. İleri baktı o tepeyi de aşması gerektiğinin bilincindeydi.
Ay ışığının altında tepeyi tırmanmaya başladı, büyük babasının anlattığı bir hikayeyi anımsadı, onun hikayesinde tepenin sahte olduğu ortaya çıkıyordu, hikayenin kalanını hatırladığında oturup bir sigara yaktı. tepe hala yerindeydi, gece aynıydı. Eski küçük köylerde anlatılan ve bu gün inananı kalmamış masallardı bunlar.
“Saçmalama” dedi barış kendi kendine konuşuyordu, “ben Legr’de doğdum bir köyde değil, büyük babalarım bir cinle karşılaşsa onu tepeyle birlikte ikiye keserlerdi, kendi anılarını benimkilere karıştırma.” Bir süre sessizce oturup sigarasını içti, sigarasını toprağa basarak söndürdü, bunu yaparken şehirde kalan son sigarayı içmiş olabileceğini düşündü. Dönünce biraz tütün ekmeyi düşünüyordu, belki birazda kenevir.
Tepeye vardığında sessizlik bozuldu, Barışı koca bir at karşılıyordu. Kafasını Barışın omzuna koydu, o da boynunu okşayarak “tamam kızım” dedi. Atın dişi olduğundan emin değildi, yinede kızmadığını düşünerek bu düşüncesinin doğru olduğuna karar verdi. Atın adı geceydi, bunu nasıl bildiğini sorgulamadı, uzun zaman önce vazgeçmişti sorgulamaktan, ata binerken şehirdekilerden biraz daha büyük olduğunu düşündü ve gece hiç bir emir almadan yola çıktığında onu hedefine götürdüğünü biliyordu.
Bir süre yürüdüğünde atın buraları çok iyi bildiğini anladı, yinede kendisinin de bu yerlere bu kadar aşina olmasını açıklayamadı. Bir başka tepeden inerlerken karşılaştığı manzara kendi şehrini özlemesine neden oldu. Arada ki mesafe bir hayli fazla olsa da surları ve aydınlatma için kullandıkları meşalelerle karşısında bütün ihtişamıyla antik bir kent duruyordu. Biraz daha yaklaştıklarında rüzgârında yardımıyla türküleri duydu, yas için söylendiklerini anlaya biliyordu yalnızca, hüzün vardı seslerde kelimelerse anlaşılmak için fazla uzak kalıyordu. Aynı hüznün ilk karşılaştıklarında Gecede de olduğunu hatırladı, neyse ki şimdi çok daha sakin görünüyordu.
Sonunda hedefe varmışlardı, dizleri üzerine çökmüş uzun saçlı adam orada onu bekliyordu, bu da anılarına dahil olmaksızın bildiği diğerleri arasında yerini alıyordu. Uzun saçları yüzünü kapatıyordu, zırhının içindeyken, ölüm ve diz çöküşü bile bu savaşçının ihtişamından çok fazlasını alamamış görünüyordu. Sırtından çıkan gümüş kızılımsı metalse eski ihtişamının gerilerde kaldığını anlatmak istercesine soğuk bir ışıltı yayıyordu.
Gece yolculuğun sonuna geldiğini haber verircesine durdu, ayaklarını yere vuruyordu, Barış attan inerken eğerinin altında ki yaraları gördü, “Demek hizmetin onun içindi” dedi, yaraları biraz daha yakından inceledi “haftalar olmuş gibi görünüyor, bütün bu zamanda öylece dolanıp durdun demek” duraksamaksızın Gecenin eğerini çıkarttı ve bir kenara özensizce bıraktı, buna artık ihtiyaç olmayacağının farkındaydı. Sonra dizleri üzerinde ki savaşçının yanına eğildi, saçları temizdi zaman hiç etki etmemişçesine “yâda temizlenmiş gibi” dedi.
Yüzüne bakmak için saçlarına dokunduğunda şehirden bir varlığın buna tepki gösterdiğini hissetti, ensesinde hafif bir ürperti belirdi, üzerine gelen bir fırtına varmışçasına bir hisse kapıldı. Sadece bir kadındı oysa karşısında ki, yüzü üzüntüyle çökmüş gibi, ay ışığında bir korku ve dehşet hikâyesine benziyordu. Al’ın en korkunç zamanlarının bile buna ulaşamayacağını düşünüyordu, şehirde koruyucu dedikleri şeyi hatırlatıyordu biraz.
“Al sana cin hikâyesi işte”
Bulutlar aralanıp kadının yüzü göründüğünde, güzel olduğunu mu yoksa korkunç olduğunu mu düşüneceğini bilemiyordu, onu yakacak bir öfke barındırdığını açıkça görüyordu. Daha sonra eve döndüğünde korkunç yada hiddetli olarak düşündüğünü fakat kalbinde korku hissetmediğini hatırlayacaktı, tamamen unutmadan önce yalnızca bir an için.
Zaman geçiyor, diye seslendi içindeki ses yine, zaman geçiyor ve buraya bir görevle geldin diyordu. Gölge onu korumak istercesine ikisinin arasına girmişti, atın alnına dokundu “sorun olacağını sanmam” diyerek oradan gitmesini işaret etti.
Konuşmadılar sonrasında, konuşacak bir şey yoktu. Çok önceden söylenmiş sözler var dı belki, birinin çoktan unutmuş olduğu diğerininse henüz yaşamadığı söylenmiş kelimelerdi bunlar.
Sadece ölü bir bedenden ibaretti karşısında, defalarca yaptığı gibi bir ceset daha gömecekti bu gün, oysa işini yapmak yerine bitkinliğini yaşıyordu kendi içinde. İlk defa arkasında güzel anılar bırakmış birisini gömdüğünü düşündü, sonra yanıldığını, elbette her birisinin üstüne toprak atılmadan önceleri onları sevenlerde olmalıydı.
Kafasında ki ağrı artmaya başladı bitkinliği dayanılmazdı artık, ölü adamın yanına eğildi, dikkatli davranmak istiyordu artık saygısı bedene değil geride bıraktığı anılaraydı, yine korkusu da bundan kaynaklanıyordu. Adamın yerinden hareket etmediğini fark etti, daha sert bir şekilde tekrar denedi ve tekrar, hareket ettirmesinin mümkün olmadığını fark ettiğinde yaptığından vazgeçti ve kadına baktı. Gözlerinde küçük bir kırıntı halinde olsa da hayal kırıklığını görebiliyordu. Adamın saçlarını yana çekti ve kılıcı kavradı, adamın yüzüne bakmayı hiç bakmadı, kader saniyelerle belirlenen bir oyun gibi rolünü oynamaya devam ediyordu. Kadın durmasını söyleyecekti fakat çok geçti bir anlık farkla barış kılıcı çıkarıp almıştı, bir an panikleyerek geriye bir adım attı. Kılıcı elinden düşürdüğü gibi kendiside yere yuvarlanmıştı.
“Asla değişmeyen şeyler vardır, senin aptallığının da bunlardan biri olduğunu görüyorum.”
“Bunu ne kadar çok duyduğumu söylesem inanmazsın.”
“İlginç bir yere benziyor”
“Öyle”
“Lilan” dedi. “benim adım bu”
“Kraliçenin adı bu.”
“Hatırlıyorsun” dedi Lilan heyecanlanmıştı.
İsmini bir kitaptan okuduğunu anlattı, kitabı hatırlamıyordu. Sonra pek çok şeyi hatırlamadığını anlattı, hatırlamadıklarının miktarını bilmiyor ama çok olmasını umuyordu, iyi bir hayatsa pek çok anım olmalı diyordu kendisine. Lilan konuşma bittiği zaman kılıcı almayı denedi, dokundu fakat sonra vazgeçti almaktan, yüzü değişmişti şimdi, küçük bir kız çocuğu gibi göründüğünü düşünüyordu. Lilan’ın kılıca dokunmasıyla dizleri üstünde ki adamın bedeni taşlaşmaya başladı, beyazladı ve sonunda mermer bir heykele dönüştü, tek başına kalmış saç telleri kendini taşıyamayarak kırıldı ve yere düştü, bedenden ayrılan parçalar rüzgârda tozlara dönüşerek savruldu.
Böyle şeylere şaşırmayı bırakalı ne zaman olmuştu veya hiç oldu mu? Hatırladığı yaşamında olmadığını biliyordu belki daha eski zamanlarda. Lilan’ın ondan daha fazla şaşırdığını görüyordu, korku ve hüznüyse gözlerinden silinmişti artık. “Asılında hiçte cin’e benzemiyorsun” dedi.
“Cin?”
“Sadece bir aptalın uydurması, önemli değil.”
“Onu almalısın” dedi, kılıcı gösteriyordu. “Onu al ve sana eski sahibi kadar iyi hizmet etsin.” Eski sahibinin kendi kılıcıyla öldüğünü görmezden geliyor gibiydi. “Merak etme, ölüm sahibinin isteğiydi.”
İhtiyacı olacağını hiç sanmıyordu, kılıcı yine alacaktı elbette, her zaman böyle olmuştu onun için.
“İhtiyacım olacağını sanmıyorum.” Dedi. “Yinede alacağım elbette, sonra çocuklar buluyor bunları ve yine olan onlara oluyor.” Lilan’ın anlamadığını fark ettiğinde açıklama gereği hissetti. Yaşadığı yerde sahipsiz silahların olduğunu ve sonunda çocukların bunlarla oynarken kendilerine zarar verdikleri için bunları toplama işi ona düşmüştü.
“Zamanın bile çaresiz kaldığı şeyler oluyor demek, çocuklar her zaman baş belası.”
“Lilan, bu ismi unutmayacağım, peki onun adı ne?” Los, diye cevap verdi Lilan. Unutmayacağını söylemiş olsa da saatler sonra aklından silip gidecekti tamamı. Eğilip kılıcı aldı, tehlikeli olduğunu düşünüyordu, ne zaman kendisini keseceğini bilemeyeceği bir şeyi tutuyordu elinde. Lilan da fark etmiş olmalıydı bunu, yanına geldi saçını bağladığı eski ve yıpranmış bez parçasını çözdü ve kılıcın kabzasına bağladı. Bez parçası hareketlendi ve kılıcı sardı, artık o kadarda tehlikeli görünmüyordu, Barış bu hediye kabul etti sorgusuzca.
Teşekkür ettikten sonra ahşap kutunun yanına yürüdü ve kapağını açtı, diğer iki kılıca ters bir şekilde aralarına yerleştirdi.
Lilan kılıçları gördüğünde kendinde anlamlandıramadığı bir eksiklik hissetti, kılıçlar ay ışığında titriyor gibiydiler, bir inleme gibiydi verdikleri his. Sonra Barış’ın kılıçlara dokunduğunu gördü, kılıçların uysalca boyun eğişini, Lilan daha önce hiç ağlamamıştı. Adamın kutuyu kapatmasını izledi, onu durdurmak istediyse de bunu yapmadı, kapağın kapanışını izledi.
Atın üzerinden indirdiği eğerin yanına, bir kemeri çekti, kemerde kınlarının içinde iki bıçak duruyordu. Çok beğendiğini inkâr edemezdi ama onları neden sahiplendiğini bilemiyordu. Alabilir miyim diye sordu. Sormasına gerek olmadığını ihtiyacı olanı almasıydı verilen cevap, ihtiyacı olmayacağını umuyordu, yinede onları da aldı. “Çok güzel.” Dedi şehre bakarak, oraya bilmediği bir özlem duyuyordu.
Lilan – Gitmelisin zaman kötü bir yol arkadaşıdır, gerisinde kalanları asla beklemez.
İtiraz etmedi, geceye döndü onu geri götürüp götüremeyeceğini sordu, atın başıyla onayladığına emin olduğunu söyleye bilirdi veya bir parça daha deliriyor olduğunu.
Barış – Bütün zamanlar tükenmeden önce tekrar görüşmek dileğiyle.
Kadın cevap vermedi gece yola çıktı. Lilan şehre doğru yürümeye başladı, adımları yavaştı aklındaki bir sorunun cevabını bulmuşçasına sakin.
Bir cevap yazın