Tayfun vitesi 3’e düşürdü. Yağmur halâ etkisini gösteriyor ve çok kolay olan bu kovalama oyunu iyice zorlaşıyordu. Ağzında duran sigarasının yarısı bitmiş, sigaranın ucunda duran kül bacaklarının arasına dökülmüştü. Hızlı bir şekilde camı biraz aralayıp, sigarasını ağzından bir hamle ile atıp camı kapatması 3 saniye sürmüştü. Arabadaki yeni cinayet polisleri, “amirim yavaş, amirim bu ne hız, amirim bacağınız yanıyor,” diye inim inim inliyorlardı.
Neyse ki katil az ileride daha fazla bu oyuna dayanamayıp arabayı sağa çekti. Ama bizimkilerin arabası eski model olmasına rağmen jet hızıyla gittiğinden, katilin yanından bir eda ile geçtiler. Başkomiser, yağmurlu ve kaygan yollarda yapılmaması gereken bir manevra ile döndü. Arabadakiler son dakikalarını, bari bildiğimiz duaları edelim deyip transa geçmişlerdi bile. Ama başkomiser bununda üstesinden geldi.
Arabadan inip salına salına yürümeye başladılar. Sanki bir devlet dairesinin koridorunda yürüyor gibiydiler. Pısırık adamı arabadan indirdiler. Buğra ve Kemal, katili kelepçelediler.
Tayfun cezaevinin kapısına arabayı çapraz koydu. Ardından arabayı istop ettirdi. Dikiz aynasına bakarak saçlarını düzeltti. Dişlerinin beyazlığıyla övündü. Bir iki kaş hareketinden sonra artık hazırdı. Arabadan indi. Kapıyı kapattı, arabanın camından çiçeğin yan koltukta olduğunu görüp tekrar kapıyı açtı. Çiçeği aldı, artık hazırdı. Bir kere boğazını yokladı. Bir şeyi yoktu. Heyecanlıydı fazlasıyla. Yıllar sonra B. cezaevinden çıkıyordu.
Cezaevinin dışı berbat bir haldeydi. Duvarları çökmeye yüz tutmuş gibiydi. Neyse ki kapılar açıldı. Yavaş yavaş insanlar çıkmaya, dışarıda bekleyen sevdiklerine ve ailelerine koşmaya başlamışlardı. Tayfun, aradan geçen 1 saat boyunca duygu yüklü kervanlar gibi ağladı ağlayacaktı. Kendini tuttu. Onun kendisini böyle görmesinden çok korkuyordu.
2. saatin sonuna doğru eve doğru gidiyordu. Çiçeği orada bulunan çiçekçiye vermişti. Yeni aldığı kitapları da ışıklarda mendil satan çocuklara verdi. Okusunlar diye değil, kitaplar pahalı olduğu için satsınlar diye. B. çıkmamıştı. Oradaki görevli, bir saat önce ayrıldı, dedikten sonra yine de beklemişti. Salak olduğu için değil, sevdiği için bekledi. Beklemek bazen yapılması gereken tek şey olduğu için.
Soğuk bir kış gününde her normal insan ne yaparsa, o akşam Tayfun da onu yapıyordu. 8. çayını yudumlarken diğer yandan TV izliyordu. Birden yanında B’yı hayal etti. Elindeki bardağı o kadar sıkmıştı ki, bardak sonunda çatladı. Kanlı ellerini bir güzel söylene söylene yıkadı.
“Bu yıl Beşiktaş şampiyon olamayacak, bu da onun alametleri işte.”
Bir yandan sol elini sararken diğer yandan TV ‘ye bakıyordu. Ardından telsizden cızırtılar gelmeye başladı.
“33-10 merkez… Şey… Neydi.. Amirim burada bir ceset var. Acaba diyorum, işiniz yoksa gelseniz mi? (Arkadan bir ses: Lan ne işi olacak.)
İlk olarak, “merkez, ceset, lan” kelimelerini duydu. Ardından sesin Kemal’e ait olduğunu anladı.
“Yok Kemal gelemem. Bu gece canım cinayet çözmek istemiyor. Allah Allah gece gece… Evlâdım adresi söyle.”
Galata kulesinin altı gümbür gümbür insan kaynıyordu. Nihayet Tayfun da insanların arasından sıyrıla sıyrıla maktulün yanına geldi. Ceset bir erkeğe aitti. Savcı Abidin, uykusundan yeni kalkmış olacak ki esneyip duruyordu. Bir maktule bakıyor bir de elindeki kağıda. Arada Tayfun ile göz göze geliyor ama savcı yüz vermiyor. Buğra cesedin başından kalkıp anlatmaya başladı.
“Amirim 30 yaşlarında bir adam. Ne kimlik var ne başka bir şey. Ne olduğunu anlayamadık. Silahla vurulmamış. Herhangi bir darp izi yok. Ancak rapora göre ne olduğunu anlayabiliriz.”
Tayfun bir sigara yaktı. Bir şeyi anlayamadığı zaman – anlamak istemediği zamanlarda da – sigara yakardı. Amir cesede doğru eğildi. Yüzüne, ellerine ve saçlarına baktı uzun uzun.
Ekip diğer gün büroda Kemal’in raporları getirmesini bekliyorlardı. O arada, o kısa boşlukta herkes işini görüyordu. Su faturaları ve ya elektrik borçlarını ödeyebiliyorlardı. Buğra MSN üzerinden arkadaşıyla görüşürken, başkomiser gözlerini dinlendiriyordu. Raporun gelmesiyle herkes doğruldu. Az şekerli Sergen çayları ışık hızıyla dağıtıp çıktıktan sonra Kemal lafa girdi.
“Amirim adli tıptakiler ile konuştum. Şu elimde duran rapora göre adam ölmemiş… Heheheheh…”
Amirin durgun bakışlarını görünce hemen düzeltti kendini.
“Aga, adamın üstünde ya da herhangi bir yerinde tek bir iz yok. Adam evliymiş ve 2 yıl önce karısına ilaç vererek öldürmüş. Maktul de bir ilaç ile öldürülmüş. Ama bu ilaç Türkiye’de üretilen bir ilaç değilmiş. İşin garibi, bu ilaç filler için üretiliyormuş. Katil her kim ise… Yani işimiz zor… Bir dakika…”
Kemal cebinden heyecanlı bir şekilde, küçük bir kağıt çıkardı.
“Bu küçük kâğıdı da adamın göbek deliğine sıkıştırılmış bir şekilde bulmuşlar. Ben biraz baktım ama bir iki sayıdan başka bir şey yok.”
Amir kağıdı aldı. İnceledi. Kâğıdı evirdi çevirdi ama bir şey anlamadı. Kâğıdı sigara paketinin ambalajına sıkıştırdı. Ardından öyle yemeği için bizimkilerle bir saat belirleyip bürodan ayrıldı.
Evine gitti. Güzel bir duş aldı. Aynada kendine bakarken bir anda B. Arkasında belirdi. Arkasını döndüğünde yok olmuştu.
Öğle yemeğini küçük bir lokanta da yiyorlardı. Masada bir fil sütü eksikti. Yemeği bitirip dışarı çıktıkları an, tam karşıda duran arabanın üzerine bir insan düştü. Öyle sert düştü ki, arabanın boyutu yarıya indi. Etraftaki insanlar korkuyla bağırmaya başladılar. Tayfun Hemen binaya doğru koştu. Kemal ambulansı aradı. Buğra sırt üstü yatan adamı çevirmeye çalıştı. Bu arada Tayfun merdivenlerden üçer beşer adım çıkıyordu. Binanın en üstüne geldiğinde zor nefes alıp veriyorlardı. Başı döndü. Ardından sert bir şekilde yere çakıldı. Gözlerini kapatmadan önce bir kadının ayaklarını gördü. Kadın yanından geçip gitti. Doğrulup kim olduğuna bakmak istedi ama çoktan bayılmıştı.
Emniyet müdürü KısaKes Necmi ve ekip hastanede, amirin başucundaydılar. Tayfun gözlerini yavaş yavaş aralarken doğrulmak istedi. Bir şeyler mırıldanıyordu. (Ne oldu bana…) KısaKes Necmi şakayla dönüp gülmeye başladı.
“Bakin çocuklar Tayfun’un bir şeyi yokmuş. Sadece yediği bir şeyden zehirlenip bayılmış. Kapı gibi maşallah.”
Tayfun kendine gelmeye başlıyordu. Yan masada duran, rozet; silah ve sigara paketini gördü. Sigaraya tam elini atıyordu ki Necmi bir hamlede aldı ve cebine koydu. Utanmasa beleş sigara içeceği için sevinecekti.
“Tayfun bu arabaya çakılan adam öldü. Katil her kim ise katilleri öldürüyor. İsmini hatırlamıyorum ama bu adam da yıllar önce karısını öldürmüş. Bunun da kulağında bir kağıt buldular. Al bak istersen.”
Heyecanla elinden kâğıdı aldı. Diğer kağıdın nerde olduğunu düşünüyordu ki sigara paketinin içinde olduğunu hatırladı. Paketi istedi. Necmi’nin yüzü düştü. İki kâğıtta yazanlara baktı. Kağıttaki sayıların bir koordinata ait olduğunu düşündü. Buğra’ya kağıtları uzatıp araştırmasını söyledi.
Sabah her şey normaldi. Kuşlar uçuyordu. Arabalar bir yerlere yetişmek ümidiyle tıkır tıkır ilerliyordu. Köpekler çöpleri karıştırırken, kediler ise bir şeylerden kaçıyorlardı. Bu hep böyleydi. Değişen tek şey insanlardı. Tayfun bunları aklından geçirirken çoktan üstünü giyinmişti. Hastane kapısından çıkarken avluda Buğra ve Kemal arabadaydılar. Amirini görmüş polis memuru gibi hemen saygı duruşuna geçtiler.
“Amirime bak be! Çakı gibi yemin ederim.”
“Tek tabanca.”
“Doğru.”
“Ne öyle bakıyorsunuz lan? Yeni mama gören kediler gibi.”
Şoför koltuğunda Buğra, yan koltukta amir ve arkada Kemal hiç konuşmadan gidiyorlardı. Bir yerlere gidiyorlardı. Gitmeleri lazımdı. Çok uzaklara gidemezlerdi belki ama bu da gerekli değildi. Kemal bir iki öksürdükten sonra lafa girdi.
“Amirim kâğıtta yazanları yan yana getirince bir koordinata ulaşıyoruz. O da şehir dışında bir depoyu gösteriyor. Neydi lan deponun ismi… İngilizceydi sanki ama…”
“Block amirim block. Deponun ismi bu.”
Depoya doğru yol alırken yağmur başlamıştı. 10 dakika sürmeden durdu. Depoya geldiklerinde güneş tepedeydi. Bu depoyu diğer depolardan ayıran bir özellik, dışının masmavi renge boyanmış olmasıydı. Şaşkın bir şekilde baka baka ilerlediler. Kapıya geldiklerinde silahlarını çıkarttılar. Baskomiser ağzındaki sigarayı yere attı. Kapıyı azar azar açmaya başladılar. Karşıdan diğer polis memurlarının geldiğini geldiklerini gördüler. Amir onlara “olduğunuz yerde bekleyin” gibi bir işaret yaptı.
Kapı aralanmıştı. Deponun tam ortasında duran kadına bakakaldılar. Amir ne olduğunu anlamadı. Sonra ikiliye dışarıda beklemelerini ve içeriye kimseyi almamalarını söyledi. İkili çıktı. Karşısında eşi duruyordu. Mahkum olan eşi. Günler önce cezaevinden çıkan eşi…
“Ne yapıyorsun burada? Neredeydin?”
“Her şeyi anlatacağım. Otur.”
Tayfun, anlamsız gözlerle bakıyordu. Bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Ama nafile.
“Evlendiğimiz yıl… Aynı bürodaydık ve her şey çok güzeldi. Sonra benim adım bir cinayete karıştı. Hapse düştüm. Gerçek olan ise, ne birini öldürdüm ne de hapse girdim. Hepsi bir düzmeceydi. Bir gün hiç tanımadığım biri beni aradı. İstihbarat başkanı mıymış neymiş… 5 yıl boyunca gizli bir görevde yer almam gerektiğini ve bundan kimsenin haberinin olmamasını söyledi. İlk başta reddettim ama vatani bir görevdi sonuçta. Kimsenin haberi yoktu. Annem ve babamın bile… Her şey iyiydi. Hapiste olduğuma herkes inanmıştı. İstihbarat merkezindeydim ve normal bir gündü. Masada duran bir gazete vardı. Aldım ve okumaya başladım. Normal siyaset haberleri vardı sadece. Gazetenin en ücra köşesinde bir resim gördüm. İlk anlamadım kim olduğunu ama ismini görünce hatırladım. Üniversitede yakın bir dostum vardı. İsmi Aslı. Öldürülmüş. Kocası yemeğinin içine zehir atmış bildiğin. O kadar üzüldüm ki… Sonra bu üzüntüm biraz hafifledi.”
Tayfun afallamıştı. Hiç olmadık bir şekilde susamıştı. B. uzun bir nefes aldıktan sonra tekrar başladı.
“Sonra günlerden bir gün, bu sefer TV haberlerinde gördüm arkadaşımın birini… Eşi tarafından balkondan atılmış. O zaman ben de şuan senin bana baktığın gibi bakakaldım. Ama bir şeyler yapmak lazımdı. Bir şeyler… Ne yapılabilirdi… Dua mı? Ettim. Başka? Beddua? Onu da yaptım. En son geriye bu kaldı. Sadece isimlerini ve yaşadıklarını yeri öğrenmek lazımdı. O da en kolayıydı. Sonrada durum bu… Öldürülen arkadaşlarımı çok özlüyorum.”
Tayfun’un gözleri dolmuştu. B. Ağlıyordu.
“Neden bana söylemedin gizli görevi?
“Sana zarar gelmesinden korktum…”
“Seni seviyorum.”
“Ben… Ben de seni seviyorum.”
“Neden gelip teslim olmadın?”
“Senin gelmeni istedim. Çünkü sadece sen tutuklarsın beni.”
Bir cevap yazın