Taze bir bahar gününün ilk ışıklarında ölümün, soğuk ve ürkütücü nefesini unutarak uyandı, Kayopça.
Zaman, özgürlük şarkılarını söyleyen penceresindeki kuştu artık. Bir süredir bu hisle uyanmayı
arzuluyordu. Sakin, gürültüsüz, bütün gereksiz telaşların, hırçın bir ırmaktan akıp gidercesine müşfik
bir istekti bu. Ve o gün gelip çatmıştı işte! Artık hayatın tadına varacak, geri kalan ömrünü huzur
içinde geçirecekti. Hayat onun için bitmek tükenmek bilmeyen bir yoldu ve bu yolda ne kadar çok
yürüyüp, yorulduğunu fark etti. Oysa yürümeyi gerçek manada severdi. Bazen saatlerce yürür, çoğu
zaman da evine yürümek için yolları uzatırdı. Hatta en son hayatının huzura kavuştuğunu düşündüğü
bir gün de saatlerce yürüdü.
Hava, parçalı bulutlu, gökyüzü griye boyanmış, bulutlar alçalmıştı. Kasvetli, karanlık, sessiz bir gündü.
Saatlerce yürüdü ve kendini ormanın derinliklerinde buldu. Yemyeşil yaprakların zuhur ettiği, dalların
birbirlerine çözülmesi zor bir ip gibi bağlandığı, birbirinin içine geçmiş dallı budaklı, taşkın ağaçları
gördü. Her adım atışında üstünden geçtiği çıt diye kırılan dallar, başının üstünden geçen kuşların
terennümüyle irkildi. Daha önce bir ormanda hiç kaybolmadığını düşündü. Korkuyla, tereddütte
kalarak geldiği yolu hatırlamak için zorladı kendini. Karşısına çıkan her yolu denedi fakat bir türlü
bulamadı. Yürümekten yorulmuştu artık. Dizleri tutmuyor, karnı acıkmış, boğazı kurumuş, dudakları
susuzluktan çatlamış, geçtiği yollardaki dikenler kolunu ve bacağını kanatmıştı. Yürüyecek takati de
kalmamıştı.
Gün battı, akşamın uzayan gölgesi kara bir yorgan gibi ormanı örttü. Kızın nefesi daraldı, kalp atışının
sesi bütün ormanda yankılandı ve bir yılanın tıslamasıyla, yerinden zıpladı. Hem bedenine hem de
ruhuna dayanılmaz bir keder çöktü. Kafasını çevirip biraz öteye baktığında; tek katlı, çıplak duvarlı,
gözleri andıran boş pencereli, bataklık otlarıyla ve çürümüş bir ağacın ortasında kederli ıssız bir ev
gördü. Korkusunu bir nebze de olsun yatıştırmaya yetmişti bu. Ürkek adımlarla, yavaşça eve yaklaştı.
Kapısı açık, rengi unutulmaya yüz tutmuş, kapının paslanmış kolunu tutup, içeri adım attı. Adım attığı
anda duvarlardan dökülen toz ve örümcek ağları kızın üzerine yapıştı. Üzerindeki tozları atıp içer girdi.
Girişte duvara asılı olan fotoğraflar ona tanıdık geliyordu ya da gelmiyordu bunu düşünürken kararsız
kaldı. Tozlanmış, benzi atmış yapay çiçekler, çatlamış duvarlar, ortaya saçılan sayfaların özlem dolu
satırları gözüne çarptı. Büyük bir salona girdiğinde cevizden oyma, zamanın örselemesiyle eprimiş bir
vitrini gördü. İçinde motifli, geçmiş zamandan kalma, desenli fincanlar olmasıyla birlikte ona,
hatırlayıp ya da hatırlamakta kararsız kaldığı o kişinin fotoğrafıyla karşı karşıyaydı yine. Fotoğrafı eline
aldığı gibi parmak uçlarında bir titreşim hissetti. Zihni, uzak diyarlardan esen içi özlemle dolup taşan
bir koku bıraktı. İki mefhum dolaşıyordu şimdi kafasında: Biri ölüm, diğeri zaman. Zaman, özgürlük
şarkılarını fısıldayan kuşların, darağacında asılıp, sallanmasıydı şimdi. Burnun direği sızladı, kalbi
çatladı. Bu histen kurtulmak istercesine başka şeylere baktı. Yüzleri yırtılmış koltuklara, sinek
ölüleriyle ve örümcek pisliğiyle kaplı sehpalara, arkası kitaplarla dolu uzunca bir masaya… Masanın
üzerinde işlemeli kalem, haritalarda kullanılan büyüteç ve bazı notlar, vardı. Notta şöyle yazıyordu:
“Bazen nerede bitecek, nasıl bitecek, diye düşünüyorum.” Notu masaya bıraktı. Gök gürledi, yağmur
bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Odanın içi gökyüzünün yarılmasıyla aydınlandı. Gördüğü
şeyin gerçekliğini kavramaya çalışıyordu. Gözlerini ovuşturdukça gördüğü, onda ruhsal bir felçliğe
neden oluyor, bedeni temkinsiz bir şekilde titriyordu. Silkelenip bir düş olması gereken bu şeyi
ruhundan attıktan sonra incelemeye başladı. Bu bir tabuttu. Odanın içinde köhneleşmiş bir
tabutlaydı. Tabuttan sesler geliyordu. Odanın içini dolduran bu sesi merak ediyor bir taraftan da
buradan hızlıca kaçıp, ormanın bitmek tükenmek bilmeyen derinliklerinde kaybolmak istiyordu.
Merak duygusu, kaçma duygusuna galip gelmişti. Titreyen elleriyle tabutun üzerini kaldırdı. İçindeki
cesedin kokusu bir bomba gibi kızın yüzünde patladı ve bu koku bütün ciğerlerini kapladı. Kızın midesi
bulandı, öksürük nöbetine tutuldu. Dışarı çıkıp istifra etti, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu.
Kızın yüzü yağmurla yıkandı, tüm cesaretini toplayıp tekrar içeri girdi. Tabuttaki kişinin kim olduğuyla
ilgili kendince birtakım ihtimallerde bulundu. En yakın ihtimalin ise fotoğraftaki kişinin olduğuna
dairdi. Tabuta yaklaştı, gözlerini kapadı derin bir nefes aldı ve tabutu tekrar açtı. İkinci koku şimdi
daha yoğun değildi. Cesede baktı, gördüğü manzara karşısında birden gülmeye başladı. Böyle bir şeye
imkan dahi yoktu. Fakat buradaydı, işte tam karşısında! Tabutta yatan kişi kendisiydi. İki mefhum
dolaşıyordu kafasında: biri zaman biri ölüm. Ölüm özgürlük şarkıları fısıldayan kuşların kalbindeydi
şimdi. Acı verici bir dehşetle bakıyordu kendine, soğuk ve sert zemin olan tabutta öylece hareketsiz
yatıyordu. Onu öldüren hayattan koparan şeyi düşündü ve çözülmesi imkansız bir ip gibi birbirine
dolanmış, zihninin boş çekmecelerini karıştırmaya başladı fakat bulmadı. Birden tabutun sol
cenahında, odada yer alan aynı kişiye ait olduğu anlaşılan fotoğrafı gördü. Şimdi her şeyi hatırlıyordu.
Buraya neden geldiğini ve nasıl geldiğini… Gerçek, soğuk ve ürkütücüydü. Kızın göz yuvaları azgınca
taşan bir nehri andırdı ama yüzüne tek bir damla yaş akıtmadı. Kurak verimsiz bir toprak gibi kuruttu
gözyaşını. İlk öldüğü günü hatırladı. Bedeni öylece cansız ve dünyadan koparılmış yatıyordu. Onu, düz
bir tahtanın üzerine yatırmış, ağzına, yüzüne, kollarına, boynuna su dökmüştü. Suyu her döküşünde
göz yaşları suyla beraber cesedin vücuduna karıştı. İçinde kederden ziyade umut vardı. Kendine her
su döküşünde geçmişin kirli gölgesini geride bırakıyor, yarınlarının umudunu taşıyordu. Sular, kederli
coğrafyasındaki kurumuş, kısır toprağa karışacak ve çiçekler böcekler yeniden uyanıp doğa ananın
rahmine yerleşerek umudun kıpırtısını duyacaktı. Bedenini iyice yıkadıktan sonra beyaz bir havluyla
kuruttu. Eline aldığı beş metrelik hasse beziyle, cenaze yıkayanlara özgü ritmik bir hareketle sıkıca
kefenledi kendini. Çenesini bir tülbentle bağladı ve bedenini omuzlayıp kaldırdı. Dünyanın yükü, son
kez onun omzundaydı artık. Yükünden kurtulmak için cesedi tabuta bıraktı. Gözlerini kapadı ve
kendini toprağa gömmüş olarak düşündü. Toprağa karışan bedeni, kök salıp onun ruhunda yeniden
canlanıyordu. Masada duran fotoğrafı da tabutun sol cenahına yapıştırmıştı. Üzerine güzel koksun
diye gül suyu ve kafurun yağı döktü, tabutu kapattı ve geçmişte bildiği bütün duaları okumaya
başladı. Ondan geriye hatırlayacağı, onu ölmeden toprağın derinliklerine çeken, hayattan koparan,
zihnini alıkoyan şeyi de gömmüştü artık. Şimdi yeniden dirilecek ve gün ışığının topraktaki filizi
yeşerteceği gibi taze ve canlı doğacaktı. Böyle düşünüyordu. Gerçekten de bir süre öyle olmuştu,
çürümüş bedenini attıktan sonra bir yılan gibi tazelenmiş ve hayatının ve kendi varoluşunun farkına
varmıştı. Ellerine dikkatle bakıyor yüzünün her detayını inceliyor ve bir zamanlar yitip giden umutları
yeniden canlanıyordu.
Fakat gün geliyor, onu hayattan alıkoyan, nefesini kesen, tarif edemediği dayanılmaz bir ağrı kalbine
tezahür eden küçük, kara bir benek bütün vücuduna ve ruhuna bir sarmaşık gibi yayılıyor ve taşan
azgın dalgalar gibi uzakların dayanılmaz özlemi onun ruhuna tezahür ediyor ve çürüyordu. Kaç kez
böyle olmuş, kaç kez ölmüştü aynı benekten.
Tabutta yatan kendisine baktı. Ruhuna bir bıçak gibi saplanan, şuursuzca bir ağrı bırakan, bu lanetli
görünmez perdeyi atıp, yeniden dirilmeye ihtiyacı vardı. Çürüyen bedenini izledi. Tavana dikilmiş,
donuk gözlerine baktı. Öylesine korkunçtu ki, ıslak kalıp, kokmuş bir süngeri andırıyordu. Bu esnada
masanın altından hızlıca koşan fare tabuta zıpladı, cesedin göz tepesine doğru tırmandı ve göz
kapağının etinden tutarak onu kemirmeye başladı. Farenin tüyleri gökyüzünden vuran ışıkla parlıyor,
eti kemirdikçe yanakları şişiyor bıyıkları titreşiyordu. Kız eliyle itse de fare var gücüyle ete yapışmış
bırakmıyordu. Ses ,bu kez kefenin içinden geliyordu kız eliyle dıştan sıkıca sarılmış fakat içten
gevşemiş kefeni yırttı etinden dışarı taşan ince, ve uçları bıçak gibi sivri kemiklere baktı. Göğsüne,
uçları çürümüş havası alınmışçasına pörsümüştü. Ve en acısı kalbine. Onu avuçlarının içine aldı, koku
öylesine keskin, öylesine sarsıcıydı ki kızın yine midesi bulandı bayılacak gibi oldu. Burnunun direği
sızladı, gözünden birkaç damla yaş aktı, kalbine bir ağrı daha saplandı. Ona bir kez daha baktı vücudu
sımsıkı bir şekilde beyazlara sarılmış çenesi tülbentle bağlanmıştı. Sağ yanağının belirgin olan elmacık
kemiği dışa fırlamıştı. Birbirlerine bağlanmış hafifçe ipi gevşeyen ucu morarmış ayaklarına baktı ve
dokundu üşüdüğünü hissetti. Bir umutla yaşam emaresi ararcasına üşüyen ayaklarını ısıtmaya çalıştı.
geçmişin sisli perdesi de yavaşça aralanıyordu. Geride kalan, kat kat örtülen geçmiş şimdi bir zar gibi
yırtılıp ortaya saçılmış odanın her yerine yayılıyordu. Kirlenmiş perdelere, rutubetli koltuklara,
tozlanmış halılara ve önündeki tabuta. Kız parçalanmış, bedenini bir araya topladı. Göbeğinin sağ
tarafındaki et kopmuştu onun bir parçasını aradı ama bulamadı, ölmüş farenin etini alıp, eksik olan
yere yamaladı. Ve dirilmek için tekrar bir gömüp, köklerinden doğmasına ihtiyacı vardı. Aynı işlemi
baştan yaptı. Başına, ağzına, burnuna, kulaklarına, kollarına, ensesine ve su döküp her yerine kuru
kalmayacak şekilde yıkadı, ve beyaz bir havluyla kuruttuktan çenesini tülbentle bağladı, ardından beş
metrelik hasse beziyle sıkıca kefenledi kendini. Üzerine gül suyu ve kafurun yağı döküp tabutun
üzerini kapattı ve yeniden dirilmeyi bekledi.
Bir cevap yazın