Ürperen vücudu duanın en kıymetlisine sarılıyordu. Emsallerinden ayrı değildi. Öylesine bir sarılmaydı ki bu, tahta yeni ulaşmış bir padişah gibi. İki elinin ikisi de kavuşmuyordu birbirlerine. Manevi mirasının getirdikleriyle bu yere, saçıyordu çil çil altınları ta tepelerden en derinlere. Farklı ilim bilmez gibi, farklı ilmiyet sanki yokmuş gibi.
Her anında bir olurdu böylelikle. Hiç tanımadığı kimselerle. Yere düşenin geri dönüp de asla bakmayacağı, bakınca görenin gözlerinin bozulacağı, Allah’ın bir selamına bile el gavur kıldığı… Farklı kültür cenahlarının dayanışmaları. Öyle bilirdi. Öyle eylediğini yine öylece söylerdi. Yaratılan her kula saygısı da işte sırf bu yüzdendi. Bakmazdı eksiğine, gediğine. Noksanına, tümseğine. İnsanı insan bilir, insanı insan olduğu için severdi. O’nun katında da vardı bu yüzden hatırı. Eli, ayağına hiç dolaşmaz, gök delercesine yükselen ağaçların kütüklerindeki kıymıklar hiç batmazdı eline.
Bir şey daha vardı ki yağmur yağdıktan, yedi düvel içini açtıktan hemen sonra sadece o duyardı kokuların en hakikatlisini. Kokuların en mazharını, en müthişini. Kokuların misk-i amberini. Lakin hala öyle mi?
Ölüm, sonsuzluk kelimesine benziyordu şimdi. Sönüp gidecek, belki bir aşamada vazgeçilecek ama asla unutulmayacak. Unutmak olmazdı çünkü ölümü. Unutmak hiç yakışmazdı çünkü öleni.
Ölüm, akıllarda yekpare var olan, asli bir demirbaştı. Öyle olmalıydı. Öyle olmalıydı ki her canlı bir gün ölümü tadacaktı. Öyle öğretilir, öğretilen öyle hatırlatılırdı.
Dünyaya gelip, dünyadan geçip gidendi yalnızca ölen. Bir karış toprağa tadını bırakmış, belki bir karış toprağı zamanında ıslatmış ve sığınmış şimdi sıcaklığına o bir karış toprağın.
Ölüm, sonsuzluk kelimesine benziyordu şimdi. Benzemekle kalmıyor, ta kendisi oluyordu.
Gözlerine bakarak tekrar etti: “Ölüm, sonsuzluktu.”
Kafasına koymuştu sonsuz olmayı. Ve yine aynı kafaya kim sokmuştu bu külliyatsız fikri? Nemelazım, ardında kalan sadece bir küçük kitabeydi.
Bir cevap yazın