yağmur yağıyor. toprağın karnı tok, ağaçlar sudan tiksinmiş.
adam elindeki çuvalı çekiştirerek çöp kutusunun yanına yaklaşıyor.
yağmura inat, aldırmadan çöpü karıştırırken,
delik-deşik ayakkabısının içinden, altından, üstünden sular geçiyor. tanrı’ya darılıyorum.
gri asfaltta arabalar kırmızı ışığın gazabıyla sıralanmış beklerken kağıt mendil satan bir çocuk çıkıyor ortaya. elinde mendilden çok kesik izleri, çiçek gibi açmış nasır benekleri.
bilmem kaç yaşına gelmiş, aslında ölmüş ama öldüğünden haberi olmayan bir adam şemsiye satmaya çalışıyor yağmurun altında. üzerinde yeryüzünün en berbat icadı plastik bir yağmurluk, şemsiyeler plastik, şemsiyeleri koyduğu kova plastik. toprak ana suni döllenmeye başladı biliyorum. adam yağmur altında yüzüne çarpan su damlalarını silmeye çalışırken ben bildiklerim ve gördüklerimden utanmış yüzümü başka tarafa çeviriyorum.
arabaların sileceklerinden daha çok çalışan insanlar var bu dünyada. şemsiyeden aşağıya süzülen yağmur damlalarından daha çok ağlayan insanlar…bir ömrü pencerenin önündeki yatağa atfetmiş, ölümü beklemekten ölen insanlar…
hiçbirinden haberimiz yok. bozulan bilgisayara küfrederek geçiyor zamanımız. şarjı biten telefona, kilitlenen trafiğe…
maaşını alamadığı için eve eli boş dönen adam da umurumuzda değil, evde kocasından kuru ekmek bekleyen kadın da.
süt içmesi gereken çocuğun annesinin açlıktan sütü kesiliyor, biz; “kırem şanti’mizin” kıvamı tutmadı diye üzülüyoruz.
yetimhane duvarına yazılan “anne” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyoruz ve soğuktan donarak ölen adamın son cümlesi canımızı yakmıyor.
“haberimiz yok gerçek acıdan kederden”
boktan hayatlarımıza kifayetsiz sorunlar ekleyip, kendimize önemli şahsiyetler süsü veren kurmalı bebekleriz. şartlandırmışız kendimizi ödüllü mutluluğa
Pavlov’un köpeklerinden halliceyiz.
Bir cevap yazın