Biraz önce ellerinin arasından kayıp giden bir can, gözyaşları, ağıtlar, ve bir saat sonrasında can dostunun düğünü, müzik, dans, ömür boyu mutluluklar. O düğüne katılacak kadar midesizim, evet. Doktorların hissiz olduğundan dert yananlara sitem edecek değilim. Ama lanet olası doktorlar derseniz biraz burkulur içim. Ellerimi biraz önce kalbi duran adamın göğüs kafesini bir miktar çöktürmek suretiyle bastırıp çekerken tek amacım kalbi arada sıkıştırıp atmaya hevesi olup olmadığını ortaya çıkarmaktı. Tanımıyorum ne karısını, ne de çocuklarını. Kurduğu hayallerden hiç haberim yok. Ne güneşli yarınlarından, ne de kahır yüklü ellerinden. Belki bir iyilik meleğidir, belki de lanet olası bir pislik. Belki dudaklarından dökülen kelimeler iyileştiriyordur onulmaz yaraları, belki de canına okuyordur yoksulun, yetimin. Ama inanın hiçbirini bir an olsun düşünmedim. Amacım kalbi harekete geçirebilecek o elektriksel aktiviteyi ortaya çıkarmaktı sadece, duygusal değil, tamamen fiziksel. Tam elli dakika sürdü artık aramızdan ayrıldığına ikna olmamız. Üzülmedim demiyorum, ama hayatta kalmasına ne kadar sevinebilecekti isem, ölmesine de ancak o kadar üzülebildim. Saate baktım, bir saat kalmış yıllarımı beraber eskittiğim dostumun düğününe. Nöbeti devralmaya gelen arkadaş geç kaldığımı, artık gitmem gerektiğini söylüyor sanırım ama başımda bir uğultu var, tam anlayamıyorum ne dediğini. Hastaneyi terketmek üzere dış kapıya yöneldiğim sırada karşıma çıkan kalabalık aklıma getiriyor neyi eksik yaptığımı, o klasik cümle, soğuk, ve bir o kadar da acımasız. “Başınız sağolsun, tüm müdahalelerimize rağmen kurtaramadık.” Ve yine aynı sahne; olduğu yere yığılanlar, bir köşeye çöküp sessizce ağlayanlar, ellerini başlarına vurarak ağıtlar yakanlar. Üzerime vazife değil belki ama yakınlarını teskin etmeye çalışıyorum bir süre, tam uzaklaşacakken annesi elimi tutup ağlamaya başlıyor. Hay allah, düğüne de geç kalmamam lazım.
Ben hastaneden dışarı çıkarken, ölen adamın yakınları defin işlemleri için gereken belgeleri almaya gidiyorlardı. Defin işlemleri, belgeler, ölüm. Acını bile doğru dürüst yaşatmıyor sana şu düzen. “Ölümden define kadar bütün iş ve işlemlerin usul ve esaslarını belirler” yazıyor defin yönetmeliğininin başında. Ölümden define kadar… Tanrım bu nasıl bir zaman dilimidir. Akıl nasıl muhafaza edilir, nasıl soluk alıp verilir, ayaklar nasıl yük taşır. Bir an sevdiğim kadının cansız bedeni geliyor gözümün önüne. O an yanına uzanıp saçlarının arasında ellerimi gezdirmekten başka ne yapabilirim diye düşünüyorum, hiçbir şey. Defin belgesi mi? Ama onun defne kokan elleri define mani.
Çalıştığım kasabadan şehre inmem lazım düğüne katılabilmek için. Yollar o kadar kıvrımlı ki sanırsın müteahhit gıcıklığına öyle yapmış. Dümdüz dök asfaltı git, nedir derdin. Güzel bir küfrediyorum sanki kırk yıllık yol mühendisiymişçesine. Düğüne biraz geç kalsam da yetişiyorum. Dans etmek için kalkmış herkes. Gözden ırak bir köşeye geçsem de arkadaşlar fark ediyor geldiğimi ve yere çivilenmiş ayaklarımı söküp piste götürüyorlar beni. Eşlik etmeye çalışıyorum alkışlarımla, yüzümde eğreti bir tebessüm. Herkesin keyfi gayet yerinde. Kimse bilmiyor hangi zaman diliminde olduğumuzu. Ama biraz önce bırakıp geldiğim ceset için vakit akmakta; ölümden define kadar.
Tebrikler, takı töreni, fotoğraf çekimi. Oldum olası sevemedim şu merasimi. Birgün benim de başıma gelme ihtimalinin yüksekliği biraz içimi ürpertiyor. Eve dönünce zihnimi kurcalayan onca düşünceye rağmen vücudumun yorgunluğu ağır basıyor ve hızlıca uykuya dalıyorum. Ertesi gün öğlene doğru ancak uyanabiliyorum, yorgunluğunu hala atamamış vücudum, ama biraz olsun temizlenmiş zihnim. Kalkıp yüzümü yıkıyor ve televizyonu açıyorum. Ekranın sağ üst köşesine ilişiyor gözüm, 13:18 olmuş saat. Aklıma düşüyor birden, sahi geçmiş midir acaba o vakit; ölümden define kadar. Sonra sevdiğim kadının cansız bedeni geliyor gözümün önüne. Hayat çok kısaymış, kabul, ama ne olur biraz daha zaman verin defne kokan ellerinden tutabilmem için, hiç değilse ölümden define kadar.
Bir cevap yazın