“Sahiden bütün bunlar oldu mu?” diye soruyordu kendine, Deniz. İnanması çok zordu onun
için, herşey ortadaydı ama yine de inanamıyordu. Bütün bunlar olmuş muydu, bütün bunları
haketmiş miydi gerçekten? Aslında verdikleri ilacın etkisi devam ediyordu, tam olarak
ayılamamıştı. Neyin ne olduğu hala muğlaktı.
Ortaokuldaki beden eğitimi öğretmenini hatırladı, ona çok şey borçlu olduğunu biliyordu.
Deniz’in spora olan ilgisini değerlendirmişti, öğretmeni. Onun için spora olan ilgi ve yatkınlık,
Deniz içinse kendine eziyet ederek hıncını almak. Antrenmanlarda gücünü, kondisyonunu sonuna
kadar zorluyor ve sürekli gelişiyor, ilerliyordu. İlk zamanlar gelişmek umurunda bile değildi, sadece
kendini parçalamak niyetindeydi. Daha doğrusu öfkesini kusuyordu sporla. Her antrenman
sonrasında bitmiş tükenmiş halde dönüyordu eve. Bunu yıllarca devam ettirdi, çünkü yapacak başka
bir şeyi yoktu. Kaderine lanet edip eksikliğini, ezikliğini unutmaya çalışıyordu, kendini
mahvederek. Ve yıllar içinde çeşit çeşit sakatlıklar biriktirmişti. Sağ kolunun tüm eklemleri sürekli
smaç vurmaktan deforme olmuş, yine bir smaç sonrası yere düştüğünde sağ ayak bileği ciddi
şekilde burkulmuştu, üstüne bir de boyun omurlarında sorun vardı, fibromiyalji de cabası… Daha 27
yaşındaydı ve bu sıkıntıları yıllardır çekiyordu. Bazen durup dururken ağrıları oluyor, zaman zaman
da ters bir hareketle başlıyordu ağrılar.
Voleybola ilk başladığı zamanlarda fileye kadar sıçrayamıyordu bile, buna rağmen topa
bütün gücüyle, bütün öfkesiyle vuruyordu. Fakat yeterli yükseklikten vuramadığı için top fileye
çarpıp geri geliyor ve yüzünde patlıyordu, zaman zaman. Kaç kez bu şekilde burnundan kanlar
boşalmıştı. Üstü başı ve yerler kan içindeyken devam etmek istemiş, hoca “Deniz kızım tamam,
sakin ol. Biraz otur kenarda, şu yeri temizleyelim çocuklar, arkadaşınız da biraz dinlensin” demişti,
bir seferinde. Antrenman sonrasında diğer hepsi gibi yorgunluktan canı çıkmış durumdayken
salonda tek başına kalıp sıçrama çalışıyordu. Bir süre sonra artık vurduğu tüm toplar karşı sahaya
geçmeye başlamıştı. Geçmekle de kalmıyor kurtarılması zor toplar oluyordu bunlar. Sadece,
dikkatini tüm gücüyle vurmaya harcadığı için topların nereye gideceği pek belli olmuyordu.
Bazıları sayı olurken bir kısmı dışarı gidiyor, bazen de karşı taraftaki arkadaşlarına isabet ediyordu.
Arkadaşlarına çarpan toplar hiç sorun değildi, zaten onlara da kızgındı, toplara vuruyor, vuruyor,
vuruyordu… Deli gibi çalışması onu spor akademisine taşımıştı. Akademideyken başladığı spor
hocalığını, mezun olduktan sonra da sürdürdü. Belediyenin kurslarında voleybolun dışında
zayıflama, vücut geliştirme ve benzeri birçok farklı eğitimler veriyor, ayrıca kişiye özel dersler ve
bazı hastalar için masaj yaparak geçimini sağlıyordu.
Bunları düşünürken sol göğsünde o tuhaf hissi duydu, göğsüyle uğraşan şeye baktı, ne
düşüneceğini bilemedi. Yattığı yerden başını kaldırdı, işte o adam tepesinde dikiliyordu, daha önce
hiç görmediği bir biçimde sırıtarak ve galiba etrafta birkaç kişi daha…
Hafızasından silip atamadığı o günü hatırladı tekrar. Annesi ve babasının arası uzun
zamandır iyi değildi. Daha doğrusu annesi her zaman sinirli, Deniz’e ve babasına hep kızgındı.
Sekiz yaşında bir çocuk olarak ne düşünebilirdi ki? Büyüklerin arası bazen böyle olur diye
geçiştirmeye çalışıyordu. Kendisine olan kızgınlığına ise hiç anlam veremiyordu, annesinin. Ne
dese yapmaya çalışıyordu, elinden geldiğince. Ama annesi ona karşı hem ilgisizdi, hem de her
zaman ters davranıyordu. O sabah annesi Deniz’i uyandırdığında şaşırmıştı, normalde öğlenci
olduğu için istediği saatte kendisi kalkardı ve annesinin umurunda olmazdı. Daha önce hiç
görmediği kırmızı bir elbise giymişti annesi, saçını özenle taramış ve makyaj yapmıştı. “Yüzünü
yıka ve şunları giy!” dedi ona soğuk bir şekilde. İstenenleri hızlıca ve sessizce yaptı. Annesi iki
bavul hazırlamıştı. Onları aldı, evden çıkıp köşeye kadar yürüdüler ve taksiye bindiler. Annesine
nereye gittiklerini sorduğunda tersleyerek “Anneannene!” cevabını verdi ki ses tonu “Sesini kes, bir
daha konuşma, hiçbir şey de sorma!” diyordu. Sustu, çaresiz. Anneannesinin kapısını çaldıklarında
dedesiye birlikte açtılar. Yüzlerinde endişeli, üzgün bir ifade vardı. Annesi Deniz’i içeri itti “Geç!”,
bavullardan birini bıraktı, sonra ninesiyle dedesine baktı, işaretleştiler ve dönüp gitti, gitti… Deniz
bakakalmıştı arkasından. İhtiyarlar onu “Gel kızım!” diyerek içeri aldılar ve Deniz artık onların kızı
olmuştu.
Babasına hiç bir zaman kızgın olmadı. Çünkü o da terkedilmişti, hiç haketmediği bir şekilde
ama Deniz’i yalnız bırakmamak için elinden geleni yapmıştı. Sürekli ziyarete gelirdi, hatta şimdi de
karşısındaydı sanki, hayal meyal görünüyor gibiydi… O akşam babası işten çıkınca anneannesine
geldi, çok üzgün ve çaresiz bir hali vardı. Annesinin arkasını dönüp gitmesinden sonra dedesi ve
ninesinin o hallerinin üzerine bir de babasını böyle görmek hepten korkutmuştu Deniz’i. Kendisine
bir şey söylemiyorlar, eline birkaç oyuncak verip öteki odada konuşuyorlardı, genelde fısıltıyla. Bir
ara babasının ağlamasını duyar gibi oldu, hemen sonra anneannesi yanına geldi, bebekleriyle
oynadılar, birlikte. Zaten o gün Deniz’in sevdiği bütün yemekleri hazırlamıştı. Sonra babası geldi,
muhtemelen yüzünü yıkamıştı, gözleri kıpkırmızıydı. Deniz’e sarıldı “Canım kızım!” dedi ve
kapıya doğru yürüdü. Çıkarken “Yarın akşam gelirim.” diyebildi zorlukla. Deniz orada kalmıştı,
yeni ailesinin yanında…
Sonra sonra annesinin başka bir adamla evlendiğini öğrendi. Babasının ise gündüzleri işe
gitmek zorunda olduğunu ve Deniz’in ninesiyle dedesinin yanında kalması dışında bir çözüm
bulunmadığını. Sınıfta herkesin annesi vardı, bazen okula gelirlerdi. Her sene anneler günü öncesi
sınıfta şiirler okunur, annelere alınacak hediyelerden bahsedilirdi. Zaman zaman annelerle
etkinlikler düzenlenirdi. Bunlar Deniz için ölüm gibiydi. Bu etkinliklere anneannesi katılırdı, anne
olarak, onu hiç yalnız bırakmazdı, ama ne kadar uğraşsa olmuyordu. O doldurulamaz boşluğu hep
hissetmişti. Diğer çocuklardan anneleri olduğu için nefret ediyordu. Aslında herkesten, belki en çok
da kendisinden. Bir yerden sonra o düşünceden kurtulmuştu ama çocukluğunda defalarca defalarca
acaba nasıl davransaydı annesi onu bırakıp gitmezdi diye düşünmüştü, onu ve babasını. Babası için
çok üzülüyordu, bu kadar iyi bir insana bunu nasıl yapabilmişti annesi, hem sekiz yaşındaki kızına
hem de kocasına. Anlayamıyordu, neyi yanlış yapmış olabilirlerdi? Sonra sonra yanlışlığın
annesinde olduğunu anladı, evet yanlışlık ondaydı, ama yine de annesinin kalması için bir şeyler
yapabilmeyi çok isterdi. İlk zamanlar böyle düşünüyordu ya, bir yaştan sonra artık gelse, özür dilese
de onu kabul etmeyeceğini farketti. Keşke gelse özür dileseydi, Deniz’de yüzüne tükürüp “S*ktir
git!” diyebilseydi, bunu çok isterdi doğrusu.
Bütün bunları düşünürken ağlamakta olduğunu farketti ve birden yanağına değen şeyle
irkildi, Caner eğilip öpmüştü. Şimdi de ıslak dudaklarıyla sırıtırken, bir eliyle Deniz’in elini tutuyor
diğer eliyle saçını okşuyordu. Galiba dedesi de ağlıyordu karşısında, ninesi ve babası da diğer
yandaydı. İlacın etkisi geçiyor diye düşündü, herşey artık daha netti. Sonra tekrar inanamayarak ona
baktı. Gerçekti işte o minicik şey, memesini emmeye çalışıyordu. Misminicikti, meme ucu bile
büyük gelmişti, ağzına. Önce ememeyecek diye çok korkmuştu Deniz, emiyordu işte, içinden bir
şeyleri çekip alıyordu. Hiç hissetmediği bir şeydi bu, bambaşka bir şeydi. “Nasıl bir insan bunu
bırakıp gidebilir ki?” diye düşündü ve sonra ne yaptığını farketti. Onu çok seven insanların arasında
yeni doğan kızıyla birlikteydi, şimdi, bu kadar mutlu bir anda annesini düşünmek ne kadar
aptalcaydı. Aslında bugüne kadar onu düşündüğü her an ziyan olmuştu. Yıllarca o lanet kadını
düşünerek harcadığı bütün o zamanlara, günlere, gecelere acıdı ve bir karar verdi; artık “onu değil
kızını” düşünecekti.
Mayıs 2023
Bir cevap yazın