“Nasıl başlayacağıma, bir türlü karar veremedim. Birkaç şey düşünmedim değil; ama bilmem ki…
İkinci sınıfla ilgili bir şey söyleyerek başlayabilir: ‘İkinci sınıfta; bir hoca…’, ‘bir arkadaş…’ ya da ‘İkinci sınıfa geçtiğimizde…’ diyebilir.”
-Böyle yazmış. Ne diyorsun?
-Önce, gönderdiği notları okuyalım; ona sonra bakarız.
-Tamam.
Çalışma masasına -karşılıklı- oturdular. Biri, bilgisayara bakıyor; diğeri, kâğıtları karıştırıyordu. İkisinin ortak arkadaşı olan Ömer, bir hikâye yazmaya karar vermişti. Ara sıra, hikâyesiyle ilgili notlar gönderiyor; mesajlar atıyordu. Arkadaşlarının fikrini sorup, onlardan yardım istiyordu. Yaşadıklarından, gördüklerinden ve dinlediklerinden de yararlanarak; hikâyesinde kullanacağı; kişileri, konuları ve olayları belirlemişti. Genel çerçeve, tamamdı. Ama hikâyenin içeriğini düzenlemekte ve konuyu anlatmakta zorlanıyordu.
-Okudun mu?
-Evet.
-Ne diyorsun?
-Bence; hikâyeyi, yüzeysel bir şekilde anlatmalı.
-Neden?
-Her okuyucunun; hikâyede, kendinden bir şeyler bulabilmesi için.
-Bir kişinin, bakış açısını yansıtmak isterse?
-Onu, kısa bir zaman aralığında yapabilir. 4 yıl boyunca böyle yapması; bir hikâye için, uzun olabilir. Çünkü bir kişiye odaklandığında; her şeye, o kişinin gözünden baktığı için; ayrıntılı betimlemeler ve derinlemesine düşünmeler yapması gerekebilir. Bir de bunu 4 yıla yayarsa; altından kalkması zor olur. -Hım. Peki, senin dediğini; nasıl yapacak?
-Anlatacağı kişi, birinci sınıfa başladığında; birçok kişi gibi, nasıl davranması gerektiğini bilmiyordur. Ama bunu, ayrıca belirtmeye gerek yok. Cümle aralarında, hissettirilebilir. Tabi, anlam bütünlüğünü bozmadan… Birinci sınıfla ilgili gönderdiği notu okusana, oradan gidelim.
– Peki:
“Birinci sınıfta… Varsa yoksa dersler. İlerde, birinci sınıfı; -ders çalıştığı sınıf olarak- hatırlayacak. ‘Çok ders çalışırdı, birinci sınıfta.’ Başta, bunu söyleriz. Nedenini açıklarız: Alttan, dersinin olmasını istemiyordur. Ortalamasını yükseltip; üsten, ders almak istiyordur. İkinci sınıfta rahatlamak istiyordur vb. okuldaki ilk günler: Derse girip çıkıyor. Hiçbir şeyin farkında değil, her şeyin dışında ya da her şey, kendisinin dışında… Rüyada gibi… Bir iki hafta sonra kendisini toparlar. Bir arkadaşından, şöyle bir şey dinler; bu zamanlarda: ‘…Sana da, öyle oldu mu? Sanki biri, sırtımdan tutmuş; yurttan okula, okuldan yemekhaneye, götürüp getiriyor.’ ‘Evet, aynen öyle…’ diye cevap versin. Bütün birinci sınıflarda olduğu gibi; derslere –topluca- girip, çıkıyorlar. Gün geçtikçe, birer ikişer… Sonra, -daha da artarak- ayrılacaklar. Bu genel durum içine; onu, nasıl yerleştirebiliriz? Baştan –üniversiteyi kazanmadan önce- bir düşüncesi olsun mu? Hangi konuda? Okulda, yapmak istediği şeyler konusunda. Aslında, bir düşüncesinin olup olmaması; o kadar önemli değil. Düşündükleriyle, yaşadıkları ya da yaşadıklarıyla, verdiği kararlar; aynı olmayacak nasıl olsa. Tamam, üniversiteye; hiçbir şey düşünmeden, bir kuralı olmadan, gelmiş olsun. Hazırlıksız bir şekilde başlasın. Hayata başlar gibi… Başta söylediğimiz; bir iki erkek ve bir iki kızla, bu aralarda tanışsın. Sonra kızların biriyle çıkmaya başlayacak.(Bir iki haftalık arkadaşlıktan sonra.) Bu grup,(beş kişidir.) bir parka pikniğe giderler. Ekim başlarıdır. Sınıfça gidilmek istenir, ama çoğu gelmeyince; vazgeçilir. Bir iki gün sonra da: “Beş kişi de olsak, yine gidelim” deyip giderler. Park şehrin dışındadır. Banliyö treniyle gidilir. Parka gittiklerinde; öğle yemeğine, 2 saat kadar vardır. İçecekler, yiyecekler, mangal takımı, voleybol topu; tamamdır. Üç erkeğe, iki kız mı olsun; yoksa üç kıza, iki erkek mi? Neyse, 3 erkek olsun. Gelirler, bir mangalın başına kurulurlar. Voleybol oynarlar. Park bir gölün kıyısındadır. Göl bisikletine binerler. Bir birlerine su atarlar. “Lütfen kayıklara su atmayın.” Diye uyarılırlar. Herkes gibi, onlar da aldırış etmez. Gölü baştan sona turladıktan sonra, çıkarlar. Yorulmuşlardır. Çamların dibine uzanıp dinlenirler. “Yatırdım, yatırdım; çam dibine…” durumu gibi olsa, iyi olurdu. Ama burada, yatmak var; yatırılmak yok. Bir zaman sonra, kızlar yemek hazırlamak için; kalkarlar. Kızlar yemek hazırlarken, mangaldan anlayan erkeklerden birini de çağırırlar. Erkek, mangal yapmaya başlar. Diğer ikisi, bir müddet daha yatarlar. Sonra yemeklerini yerler. Yerler, içerler, eğlenirler. Yemekten sonra, bizimkiyle kızlardan biri, çekirdek almak için; ilerdeki büfeye doğru yürümeye başlarlar. ‘Hava güzel.’ ‘Evet.’ ‘Nasıl gidiyor.’ ‘İyi. Senin.’ ‘Benimde idare eder, işte.’ Bu şekilde konuşurlar, bir müddet. Arada bir, göz göze gelirler. Çekirdekleri alıp, arkadaşlarının yanına gelince; biraz daha yürüyeceklerini, söylerler. Çekirdeklerden birini alıp, uzaklaşırlar. Gölün kıyısından yürürler. Sonra ağaçların içine dalarlar. Bir ağacın altına otururlar. Burada da, mimiklerden anlaşılan yakınlaşmalar olur. Yarım saat kadar oturduktan sonra, arkadaşlarının yanına giderler. Akşama doğru da toparlanıp; geldikleri gibi yine banliyö treniyle, şehre dönerler. Akşam, yurtlarına dağılınca; mesajlaşma başlar. Bizimki kıza; ‘Yurda gittin mi?’ diye yazar. Kız; ‘Evet, sen?’ ‘Ben de, geldim.’ ‘Nasıldı?’ ‘Bence iyiydi.’ ‘Bence de.’ ‘Her şey güzeldi. Gördüğüm her şey.’ ‘Tamam, her şey güzeldi. Ama diğerlerinden daha da güzel olan bir şeylerde vardır, değil mi?’ ‘Kesinlikle.’ ‘Mesela?’ ‘Sen… Sen… Sensin o, sen.’ Kız, gülücük işareti gönderir. Uzun bir süre, ikisi de bir şey yazmaz. İkisi de, karşı tarafın; bir şeyler yazmasını bekler. Sonunda, bizimki dayanmaz ve: ‘İşte, böyle. Sen ne dersin?’ Der. Kız, biraz daha bekledikten sonra: ‘Bir şeyleri fark etmek ya da birileri tarafından fark edilmek güzel. Birbirimizi, biraz daha fark etmeliyiz.’ Diye cevaplar. Ertesi gün, diğer arkadaşlar da aralarında; şöyle diyebilirler mesela: ‘Ya onlar; orada, ne yapıyorlardı? Yürüyorlar, oturuyorlar. Yalnız…’ gibi. Bizimkiler, -bunlardan habersiz- devam ederler: Alışveriş merkezlerine, sinemalara, kafelere falan giderler. Derken, birbirlerini iyice fark ederler. 17 Ekim günü ilişkilerine başlarlar. Okul-yurt- sinema-kafe-caddeler-parklar-ağaç dipleri- öğrenci evleri-kitapçılar… Buralarda geçirirler, zamanlarını. Kızı yatağa atsın mı? Öpüşme, elleşme olsun; ama fazla ileri gitmesin, orda kalsın. Birinci sınıfı anlatırken, genel olarak derslerin ağır bastığı; hissettirilmeli. Bu tarz şeyler de olur. Sinema, alış-veriş, yürüyüş gibi… Ama dersler ihmal edilmez. Bu çerçevede anlatılır. 3 ay sonra… 3 ay sonra ayrılacaklardı. Nasıl ayırsak? Bizimkisi, kızla yatmak ister; kız kabul etmez. Bizimkisi: ‘E ne olacak, bu işin sonu? Okulun bitmesine, daha çok var. Bu şekilde, bekleyecek miyiz?’ tarzında bir şeyler söyler. Kız: ‘Olmaz’ der. Ağlar. Bizimkisi, birkaç kez; kızdan, özür falan diler. Ama bakar ki olmuyor, gider. Böyle mi olsun? Yoksa kız, yan sınıftan bir çocukla; gizli gizli kırıtıyordur. Çocuk, bizimkinden daha yakışıklıdır. Bizimkisi, görür bunları; ikisine de bağırır çağırır, oğlanla küfürleşirler. Birbirlerine, bir iki yumruk sallarlar. Ondan sonra bizimki, ikisine de: “Lanet olsun!” der gider. Böylecene, biter. Hangisini seçsek? İlki, daha iyi sanki… Buna, birlikteliğin son dönemlerini yazarken; -duruma göre- karar veririz. Ayrılıktan sonra; birkaç gün, sersemce dolaşır. Hayatı tekdüzeleşmiştir. Yurt-okul-kitapçılar arasında gidip gelir. İki üç hafta, böyle geçtikten sonra; yavaş yavaş durumu atlatır. Üst sınıftaki arkadaşlarıyla gittiği bir kafede, biriyle daha tanışır. Onunla takılmaya başlar. Ciddi bir ilişki değildir. Bir iki sinema derken; kız, kolay ceviz çıkar. Arkadaşlarının evinde, yatağa atar. Bu şekilde birkaç ilişki anlatılabilir. Bazısıyla, kitapçılarda; bazısıyla, kafelerde; bazısıyla da, barlarda… Artık her şeyi, ciddiye almamayı; öğrenir. İkinci dönem; derslere, biraz daha ağırlık verir. Üsten ders falan alır. Konferanslara, spor etkinliklerine vb. aktivitelere katılır. İkinci dönem de, bu örgü içinde verilerek; birinci sınıf, bitirilir. Birinci sınıfın son gününde; üst sınıftan iki kişiyle, muhabbet eder: ‘Bir seneyi bitirdiniz.’ Sözüne; ‘Siz de, iki seneyi.’ Diye karşılık verir.”
-Bitti mi?
-Evet.
-Tamam, bu şekilde anlatabilir.
-Üniversite görmüş, birçok kişinin, yaşayabileceği şeyler… Peki, sınıfları; nasıl anlatsın? 1. 2. 3. sınıf diye, sırasıyla mı; yoksa karışık mı?
-Sırasıyla… Karışık anlatırsa; anlaşılmaz, olabilir. Olabildiğince anlaşılır olmalı.
-Ben de, öyle düşünüyorum. Ama hikâyeyi, diğerlerinden ayıran bir şeyler de yapmalı. Aynı şey, kahramanı için de geçerli.
-Doğru. Kahramanına, bir kulvar ayırmalı. Sence, bunu nasıl yapabilir?
-Notlarında, şöyle bir şey var:
“Birinci sınıfın sonundan beri; iki yargıya göre, olaylara bakacak: Birincisi, insanlarla alay edilmemesi… İkincisi de; yeniliklere, değişikliklere, açık olma… Bu düşüncelerin etkisiyle; insanları olduğu gibi kabul etmeyi, yeni şeyler öğrenmek, yeni kişiler tanımak ve yeni yerler görme isteği, kamçılanacak. Bir kaç kız arkadaşı da aralarda anlatılacak. İkisi dışında, diğerleri önemsiz olacak. Üçüncü sınıfın sonuna doğru da, hepsi unutulacak. Daha sonra yalnızlık dönemleri… Bunalım dönemleri… Bu dönemlerini, gruplandırmalı… Bunalımlarının nedenlerini, sürelerine göre ayıracak: 2 aylık, şöyle bir dönemi oldu; 3 ay da, şuna üzüldü… Bunun gibi. Sonra, yalnızlığa alışacak. Hemen hemen her gün; gece yürüyüşleri yapacak… Ev arkadaşlarından kopuk… Aynı evde yaşadıkları halde; birbirlerine, yabancıymış gibi…”
-Evet, böyle yapabilir. Tabi, aşırıya kaçmadan…
-Haklısın. Gereğinden fazla dramatize etmemeli.
-Biraz ara verelim mi?
-İyi olur. Çay falan içeriz.
-Sen, suyu koy; o zaman. Ben de, gidip; bir şeyler alayım.
-Tamam.
Çaylarını içip, çerezleri atıştırırken; hikâyeyle ilgili, konuşmaya devam ediyorlardı: “4 bölüm kaldı.” “Evet. 2, 3, 4. Sınıflar ve okul sonrası.” “Okul sonrası, o kadar önemli değil. Birkaç cümleyle halledilir: Mezun olunca, şuraya gitti; Şöyle yaptı, falan…” “Onu, kendisi yazmış; zaten.” “Yok, onu da biz yazacaktık.” Dedi gülerek. Arkadaşı da, güldü. “Burada konuştuğumuz her şeyi, ona söylemeyeceğiz. Yoksa hikâye yazmasının bir anlamı kalmaz. Ona, sadece şunları söyleriz: Üniversitelilerin ortak yaşantılarına dikkat çek. Üslubun, anlaşılır olsun. Sınıfları, sırasıyla anlat. Ve olayları, fazla dramatize etme.” “Evet, bunları söyleriz.”
-Biraz daha bakalım mı?
-Bakalım.
Çaylarını, yanlarına alıp; eski yerlerine oturdular. Bir müddet, konuşmadan; notlara, göz gezdirdiler. İkisi de, önlerindeki not defterlerine; -dikkatlerini çeken noktalarla ilgili- notlarını alıyorlardı. 15 20 dakika;
–hiç konuşmadan- bu şekilde, devam ettiler. Sonra:
-Tamam mı?
-Son bölümdeyim.
-Okul sonrası…
-Evet.
-‘Okul sonrası; o kadarda, önemli değil’ demiştin.
-Bitti, zaten.
-Bundan sonra, ne yapacağız? Ömer’e; söyleyeceklerimizi de; kararlaştırdık. –
Evet, o işi hallettik.
-Şimdi, ne düşünüyorsun?
-Bu hikâyeyi, biz yazsaydık; nasıl olurdu, acaba?
-Onunla ilgili düşüncelerimizi, söyledik ya.
-Hayır, onu demiyorum ben.
-Ne diyorsun, peki?
-Gerçekten de, biz yazsaydık; nasıl olurdu?
-Deneyelim mi? Bakalım, nasıl oluyor?
-Tamam, nasıl yapalım?
-Hepsini yazmaya zaman yok. Nasıl yapsak acaba?
-Şöyle yapsak; olur mu? 2. Sınıfı, sen yazsan; 3. sınıfı da ben…
-Olur.
Aradan birkaç saat geçtikten sonra:
-Ne yaptın?
-Bitmek üzere.
-Benim ki, tamam.
-İki saniye bekle, bitiyor.
-Bekliyorum.
-Bitirdim.
-Okuyacak mısın?
-Yine, sırasıyla gidelim.
-Tamam, okuyorum:
İkinci sınıfa geçtiğinde; daha da yalnızlaşmıştı. Evde, okulda, İş’te, her yerde…
Evde, yalnızdı: Üst sınıftan iki kişiyle, eve çıkmıştı. Onlarla, birinci sınıfın sonlarına doğru, muhabbete başlamıştı. İkinci sınıfın başında da; o evi, tuttular. İlk zamanlar; her şey, yolunda gidiyordu. Ama biraz zaman geçince; ufak tefek problemler başladı: ‘Yemeği, kim yapacak?’, ‘Bulaşıkları yıkama sırası, kimde?’, ‘Alış-verişe, kim gidecek?’ Asıl sorun ise, kafa yapılarının uyuşmamasıydı. Bu, zamanla anlaşılmıştı. Diğer ikisi, eski arkadaş oldukları için; neredeyse, her konuda anlaşabiliyorlardı. Ama o, onlara sonradan dâhil olduğu için; bir türlü uyum sağlayamamıştı. En sonunda; yediklerini, içtiklerini bile ayırdılar.
Okulda, yalnızdı: Zamanının çoğunu, İş’te geçirdiği için; okula, ara sıra uğrayabiliyordu. Okula gitmekten de; pek hoşlanmıyordu, zaten. Sınıf arkadaşlarıyla muhabbeti, pek azdı: ‘Merhaba’ ‘Merhaba’ o kadar… Bazılarına da, merhabayı bile çok görüyordu. Birinci sınıftan beri görüştüğü bir arkadaşı vardı. Okula gittiğinde; sadece, onunla görüşüyor; okulda olup bitenleri, ondan öğreniyor; sınav notlarını, ondan alıyordu. Birde, sevdiği bir hocası vardı. Okula gittiğinde; -denk gelirse- onun dersine giriyordu. Arka sıralardan birine oturuyor, dersi dinliyordu. Ders çıkışında; hocasıyla, ayaküstü sohbet ediyorlardı. Hocası: ‘Nerelerdesin, hiç görünmüyorsun. İnsan, arada bir uğrar.’ Diyordu. O da: ‘Hocam, valla hiç zamanım yok. Fırsat buldukça, uğramaya çalışıyorum.’ Diye cevap veriyordu. Diğer hocaların derslerine hiç girmiyordu. Bir gün, o hocalardan birinin dersine girmek istemişti. Hoca, sürekli not tutturuyordu. Biraz bekledi. Bunalınca; dersten çıkmak istedi. Hoca: Sen de kimsin?’ diye sordu. Kim olduğunu söyledi. Bunun üzerine hoca: ‘Buraya, öyle kafana göre girip; kafana göre çıkabileceğini mi zannediyorsun’ diye çıkıştı. Bağrışmalar oldu. Kapıyı çarpıp; çıktı. Morali bozulmuştu. Hocasının odasına gitti. Çaylarını içip; sohbet ettiler. Durumu anlattı. Hocası; ‘Derslere girmesine gerek olmadığını, sınavlara girmesinin yeterli olduğunu’ söyledi. O günden sonra hiçbir derse girmedi.
İş’te, yalnızdı: Bir kafede, garsonluğa başlamıştı. Günde 8-10 saat çalışıyordu. Sadece Pazar günleri izinliydi. Kafenin sahibiyle beraber, toplam 7 kişiydiler. Kafede, yoğunluğun azaldığı zamanlarda, kasanın etrafında toplanıp; sohbet ediyorlardı. O, -topluluğa karışmadan- kenarda bekliyordu. Çağrıldığında; ‘Birinin aramasını bekliyorum.’ Ya da ‘Birini aramam gerekiyor.’ Gibi bahaneler uyduruyordu. ‘Bir sıkıntın mı var?’ Diye soruyorlardı. ‘İş, okul, ev; hepsi bir arada; başka bir şeye zaman kalmıyor.’ Cevabını veriyordu. ‘Hım.’ Diyorlardı. İş arkadaşlarıyla, sadece iş yerinde –O da mecburiyetten- görüşüyordu. İş arkadaşlarının topluca yaptıkları eğlencelerin hiçbirine gitmiyordu. Her seferinde onu da davet ediyorlardı; ama o, tıpkı evde ve okulda olduğu gibi, onlara da mesafeli davranıyordu.
Her yerde, yalnızdı: Kafasındaki sıkıntıları -bir yük olarak- her yere taşıyordu. Onlardan bir türlü kurtulamıyordu. Evdeyken, oturduğu yerden kalkamıyor; iki adım ötedeki pencereyi kapatamıyordu. Okuldayken, -kötü bir sürprizle karşılaşmaktan korktuğu için- ortalıkta gezinemiyor; arka cephe duvarlardan birine yaslanıyor, -boş gözlerle- etrafa bakıyordu. İşteyken, o sıkıntılardan biri, düşüncesine saplanıyor; durup, düşünüyor: İş arkadaşlarıyla muhabbet etmekten vazgeçiyordu. Bir sürü sıkıntısı vardı; ama her zaman biri, diğerlerine ağır basıyordu. Ağır basan sıkıntı, zamanla etkisini kaybedince; yerini başka bir sıkıntıya bırakıyordu. Bazı sıkıntılar, günlerce, bazıları haftalarca, bazıları da aylarca sürüyordu. Yeni bir sıkıntı ipi göğüsleyince; ‘Biraz da, buna üzülürüm.’ diyordu. Bazen de, öyle sıkıntılara üzülüyor ve üzüldüğü sıkıntıları, öyle bir büyütüyordu ki; asla atlatamayacağını düşünüyordu. O sıkıntıdan kurtulmak için; yeni sıkıntıyı, kendisi icat ediyordu. Sonra da pişman oluyordu: ‘Ona mı üzülüyor muşum?’ ‘Şimdi, bundan nasıl kurtulacağız?’ Bir basamak yukarı çıkmak ya da bir basamak aşağı inmek gibi… Dengesini kaybedince; bulunduğu yerden savruluyordu. Eski haline dönmek için debeleniyordu. Böyle zamanlarda, hiçbir şey yapamıyordu. Ama birkaç gün sonra, her şey geride kalıyor ve etkisizleşiyordu. Yeniler, eskilere dâhil oluyor; eskiler, kendini tekrarlıyor… Aynı düzen, devam ediyordu. Çünkü bütün sıkıntılarının kaynağı aynıydı. İletişim Sorunu: Başta iyi gibi görünen, sonra arkadaşlığa zarar veren aşırı samimiyet ve bundan kaynaklanan ciddiyetsizlik. Tamda bu yüzden, yalnız kalmayı tercih ediyordu. Üzüntülü bir yüzü vardı; her gören, bunu anlayabiliyordu. Ev-dağınıklık-iş-arkadaşlar-okul-arkadaş-hocalar-sınıf-kafeler-her yer; yalnızlık: hayatı, bu döngü içindeydi. Ama kısa sürelide olsa, bu döngünün dışına çıkabildiği zamanlar oluyordu: Uzun bir aradan sonra, okula gittiğinde; biçilmiş çimenleri görmek… (Ölü çimenlerin üzerlerine, yağmur yağmış; onları, yeniden canlandırmıştı. Bir koku halinde; etrafa, servis ediyordu. Az ötedeki çay ocağının önünde de, kalabalık birikmişti. Brandanın altında, tıkış tıkış olmuşlar; yağmurdan korunmaya çalışıyorlardı. Kenarlarda –suların toplanıp; oluk halinde, boşaldığı yerlerde- sigara içenler görülüyordu. ) Ya da fırtınalı bir havada, otobüsten inip; büyük ve hızlı adımlarla, eve gitmesi gibi…( Kargaşanın içinden geçmek, hoşuna gidiyordu. Ama başına bir iş gelmemesi için de; bir an önce, kendini eve atmalıydı. Telaşla, kapıyı açıyor; içeri giriyordu. Kapıya yaslanıp; kargaşanın sesini dinliyordu. Sonra pencereden, fırtına sürülerini izliyordu. Üçer beşer adımla geçtiği yerler; ne de değişikti.) Birkaç dakika süren bu anları seviyordu. ‘Birkaç Dakika’nın dışında ise; her şey aynıydı. Hatta artarak devam ediyordu: Artarak devam eden pişmanlık, artarak devam eden sıkıntı… Ve bunların bir sonucu olarak da, artarak devam eden yalnızlık… Yalnızlığının kaynağı ise, pişmanlıklarıydı. Birinci sınıf boyunca biriken pişmanlıkları; onu –ikinci sınıfta- daha da yalnızlaştırmıştı. Birinci sınıfta; kampüste-sinemada-kafede-piknikte-evde ve her yerde beraber olduğu arkadaşlarıyla, zamanla araları açılmıştı. Birbirlerini tanıdıkça; farklı beğenilere sahip oldukları ortaya çıkmıştı. Özellikle de, kız arkadaşıyla ayrılınca; grup, tamamen dağıldı. İlerleyen zamanlarda; o gruptan, sadece bir kişiyle muhabbete devam etti. Onunla da, hal-hatır sorma ve derslerle ilgili konuların dışında; bir muhabbetleri yoktu. Okulun başlarında, o grupla vakit geçirmekten mutlu oluyordu. Ama son zamanlara doğru, her şey değişmişti. Önce, kızdan ayrıldı. Ardından, grup dağıldı. İşte, pişmanlıklarından biri de, -böylece- su üstüne çıktı. Üzülmesinin nedeni; ne kızdan ayrılması ne de grubun dağılmasıydı. ‘Keşke bunlar, hiç olmasaydı. O kızla, hiç çıkmasaydım. O grubun içinde, hiç bulunmasaydım. Onlara ve sınıfa karşı, hep yabancı olmalıydım.’ Asıl neden, buydu. Bu –yabancı olma- durumunu kaybettiği için; hayıflanıyordu: ‘Beni herkese anlatıyorlardır şimdi: Bütün ayıplarımı, bütün günahlarımı, sırlarımı…’ Basit bir hayıflanma değildi, bu. Sonu -zaman zaman- bunalıma gidiyordu. Bazı şeyleri, asla değiştiremeyeceğini düşünüyordu: ‘Bu pişmanlıklar; yakamda, hep asılı kalacak.’
-Bu kadar. Ne diyorsun?
-İlk bölümler, birbirinden kopuk olmuş. Sonlara doğru da, biraz karışık…
-Hım. Öyle mi diyorsun?
-Diyorum ki: Her yerdeki yalnızlığından bahsetmişsin. Ama bu yalnızlıklar arasında, bir geçiş yok. Her yalnızlığının, ayrı bir nedeni var gibi. Oysa son bölümde, bütün yalnızlıklarının aynı kaynaklardan beslendiğini söylüyorsun.
-‘Genel çerçeveyi tamamlayayım, gerisini sonra hallederim’ dedim. Pişmanlıkların bir nedenini de, sonunda söyledim.
-Ama o neden, bütün yalnızlıklarını açıklamakta eksik kalıyor.
-Bu kısa zamanda; bu kadarı, fazla bile. Nasıl olsa, bizim hikâyemiz değil.
-Tamam, tamam. Bir an, kendimi kaptırdım.
-Şimdi, sen oku bakalım. Biraz da, seni görelim.
-Gör, bakalım:
İkinci sınıfın sonunda, ev arkadaşlarımla aram iyicene bozuldu. Sonunda, kavga edip; ayrıldık. Birinci sınıftan beri görüştüğüm bir arkadaşım vardı ya; işte o da, ev arıyormuş. Bana söyledi. Konuştuk, anlaştık. Okula yürüyüş mesafesinde, bir artı birlik bir ev tuttuk. Evin kirası 400 liraydı. Yarı yarıya ödüyorduk. Arkadaşımın, alttan bir sürü dersi vardı. O nedenle, okulda pek görüşemezdik. Zaten, görüşmekte istemezdim. Eve geldiğimizde, herkes kendi odasına çekilirdi. İşten ayrılmıştım. Ayrılana kadarda, bayağı para biriktirmiştim. Bu paraları, ne yapacağımı düşünüyordum. İkinci sınıfın yaz okulunda, kaldığım derslerin hepsini vermiştim; üstende, birkaç ders almıştım. Ev işini de hallettiğim için; yapabileceğim şeyleri, planlamaya çalışıyordum. İlk önce; ‘Bir işe mi, yatırsam?’ diye düşündüm. Sonra ‘Bankada mı saklasam?’ dedim. Ev-okul masrafları falan vardı. Onları da düşünmeliydim. Onlar için, kenarda biraz para ayırdım. Öğrenim kredisi alıyordum. Onunda geri ödemesi, nasıl olacak? İşe girdikten sonra, babamdan para almıyordum. Şimdi ne olacaktı? Birkaç hafta, -bunlara düşünerek- dolanıp; durdum. ‘Nasıl olsa, seneye atanırım.’ Diyerek, ileriye dönük planlar yapmaktan vazgeçtim. Kısa süreli planlar yapmaya karar verdim. ‘Ne yapayım? Ne yapayım?’ derken; coğrafya dersinde, tarihi eserlerle ilgili bir konu ilgimi çekti. Birkaç gün düşündükten sonra, bir gezi planı hazırlayıp; o plana göre, gezilere çıkmaya karar verdim. ‘İlk önce, Türkiye’yi gezmem lazım’ dedim. Gidilmesi gereken yerlerin bir listesini çıkardım. Sonra, onları gruplara ayırıp; bir plan yaptım. Aralık başında da, plandaki yerlere -birer birer- gitmeye başladım. Ayda bir ya da iki bölgeye gidiyordum. Bazen yalnız, bazen de bir iki arkadaşla… Birkaç kere de, üniversitenin düzenlediği gezilere katıldım. Yaz okulunda; üstten aldığım dersler, beni rahatlatmıştı. Birçok hocanın derslerinde de, yoklama alınmadığı için; devamsızlık sorun olmuyordu. Çarşamba akşamları; bazen trenle, bazen de otobüsle yola çıkıyordum. Perşembe günü, gideceğim yere varıyordum. O gün, orayı geziyordum. Sonra gezi planına göre, o yöredeki diğer yerlere gidiyordum. Mesela, Perşembe sabahı Adana’da oluyordum. O gün, orayı gezdikten sonra; ertesi gün Mersin’e gidiyordum. Tarsus’u, Silifke’yi dolaştıktan sonra, Hatay’a geçiyordum. Böyle böyle, Akdeniz’i, Ege’yi, İstanbul’u, Trakya’yı, Karadeniz’i, İç Anadolu’yu, Doğu ve Güneydoğu’yu gezdim. Ben, Türkiye’yi gezerken; ev arkadaşımda, dünyayı geziyordu: Londra, Dubai, Moskova, Kıbrıs… Maddi durumu iyiydi. Evin tek çocuğuydu. Annesi de doktordu. İkimizin de evde olduğu zamanlarda, eve kız atıyorduk. Barlara gidiyorduk. Küçük bir arkadaş çevresi de oluşmuştu. Geceleri; orda burada, içip içip sarhoş oluyorduk. Okulu da ihmal etmiyordum, bu arada. Gezilerin dışında, derslere zaman ayırıyordum. Eskiye göre, okula daha sık gidiyordum. Sınıftan birkaç kişiyle, tekrardan muhabbet kurmuştum. Zamanımı böyle geçiriyordum. Üçüncü sınıf, renkli geçiyordu. ‘Neden bu kadar çok seyahat ediyorsun?’ diye sorduklarında; ‘Üçüncü sınıfı, böyle hatırlamak istiyorum.’ Diyordum. Belki zamanımı iyi değerlendirmek istiyordum. Belki, içimdeki o eksiklik hissinden kurtulmak istiyordum. Belki de, farklı olmak istiyordum.
-Gezi rehberi gibi olmuş.
-Bunları, başka nasıl anlatabilirsin ki? Notlara göre; anlatacağı kişi -üçüncü sınıfta- gezilere gidecekti.
-Tamam, taslağa göre üçüncü sınıfta geziler var. Ama sadece bunları anlatmakla da olmaz ki. Aralarda da, farklı şeylerden bahsetmeli.
-Nelerden mesela?
-Ruh halinden, gördüklerinin, üzerinde bıraktığı etkilerden… Bunun gibi şeylerden de bahsetseydin; daha iyi olurdu, bence.
-Bunları, Ömer’e söyleyeceksin. ‘Nasıl olsa, bizim hikâyemiz değil.’ Diyen, sen değil misin?
-Doğru, ona söylememiz lazım.
-Belki de bunun için -bizim hikâyemiz olmadığı için- iyi olmuyor.
-Kesinlikle.
…
–Bir mesaj daha atmış.
-Ne diyor?
-Hikâyeye, dördüncü sınıftan başlayacakmış. Hatta dördüncü sınıfı bitirmiş bile.
-Göndersin, o zaman.
-Mesajın devamında göndermiş zaten. Şöyle yazmış:
“Dördüncü sınıf öğrencileriyle, birinci sınıf öğrencileri birbirine benziyordu. İki grupta heyecanlı: Mezun olma telaşı-başlama heyecanı…
Belki de bu nedenle; dördüncü sınıf, çok hızlı geçiyordu. Sınava iki ay vardı. Her gün, en az beş saat ders çalışıyordu. ‘Birkaç ay sonra, öğretmen olacağım.’ Diye, içinden geçiriyordu. Mezuniyet işleri, staj, sınava hazırlanma falan derken; finaller başladı. Finallerde, sınava hazırlanmasına engel olamadı. ‘Öğretmen olabilirim, olmalıyım.’ Okulla arası, yine iyi değildi. Yine bir iki kişiyle görüşüyordu. Bu durum, her zamanki gibi onu pek etkilemiyordu. Artık, bir işte çalışmıyordu. Gezilere de gitmiyordu. Bütün bunlarının ortaya çıkardığı boşluğu, sınav hazırlığı dolduruyordu. ‘B planım yok; sadece öğretmenlik. Hem de bu yıl olmalı. Sınava tekrar hazırlanmak yok.’ Bunları düşündükten sonra; ‘Olacak mı acaba?’ diyordu.
Bir kâğıda şunları yazdı: ‘Ya olmazsa? Olmazsa, hayatım hep sıkıntılı geçecek. Hiçbir şey istediğim gibi gitmeyecek. Orası, tamam. Peki, kazanırsam; her şey, düşündüğüm gibi olacak mı? Okul bitince, mesleğin ilk bir ayı heyecanlı geçer. Sonrası rutin. Böyle olmasını istemesem bile, böyle olacak. Belki de, doğru olanı da budur. İlk önce, bulunduğum durumun farkında olayım; onu öğreneyim, ona alışayım. Evet, ilk önce bunları bir yapayım; sonrasına bakarız.”
-Bence iyi.
-Bence de. Kısa ve açıklayıcı.
…
-Gördün mü? Çocuğu mezun ettik.
-Ya öyle. Üçümüzün katkılarıyla…
-Şimdi, bu çocuk ne yaptı?
-Birinci, sınıfta ders çalıştı. İkinci sınıfta, yalnızdı. Üçüncü sınıfta, gezdi. Dördüncü sınıfta, sınava hazırlandı. Sonrasının da, ne olacağı belli değil…
-Sonrası, ne olacak; atanamamıştır, dertli dertli geziyordur.
-O kadar yazmaya ne gerek var, o vakit? Sadece bu kadarı yazılsa da olur.
-O zamanda, hikâye olmazdı.
-Bak, ne diyeceğim?
-Ne diyeceksin?
-Biz hiç karışmayalım. Ne gönderirse; ona, ‘olmuş’ diyelim.
-Olur.
Bir cevap yazın