Bizi seksenlerin son kuşağı olan çocuklar diye tanımlıyorlar. Sokakta oyun oynamayı bilen son
kuşak diye geçiyoruz literatürde. Doğru. Biz ki Adile Teyzemizden masallar dinleyip, Barış Abimizden şarkılar
dinleyerek büyüyen bir nesildik.
Şimdi ki çocuklardan farkımız biz ağaca tırmanmayı da biliriz, sokak arasında bisiklete binmeyi de,
dört tekerlikle sarı patenleri de. Meyveyi dalından koparıp yemeyi bilen çocuklardık. Hangi bahçede ki hangi
ağacının meyvesinin daha lezzetli olduğunu da. İbrahim Amcanın dut ağacını da; Rezzan Teyzenin kirazlarını
da. Onlar çıldıra dursun biz gizlice dalardık bahçeye. İşin esprisi oradaydı zaten; gizlice dalacaksın bahçeye. İzin
isteyince hiçbir heyecanı ve tadı kalmıyordu ki dalından incir yemenin lezzeti.
Okuldan gelince önlüğümüzü çıkarıp atardık bir köşeye de mahalle maçlarına giderdik. Zamanı
bilmezdik, ezan okununca eve gel derdi annemiz yemek yemeye. Biz sokakta oynarken babamızın işten
dönmesi, o güvendiğiniz dağın sokağın başında belirmesi ise diğer çocuklara karşı kazanılan anlık bir zaferdi.
O ise hepimizin yanağını okşar ezanın sesini duymamızı isterdi. Bizde bilirdik babamız işten dönünce ezan da
okunacak ve teker teker evlerimize dağılacağız demekti bu. Birde önlük yakalarımız vardı bizim, annelerimizin el
emeği göz nuru ördüğü bembeyaz yakalarımız vardı. Kolalanmış yakalar. Ahh hani nerede şimdi o yakaları kolalı
Sonra yine çocukluğumu düşünürüm.
Oyunlarımız vardı bizim. Sahi, ne oyunlardı onlar.
Nerde o körebem, mendil kapmaca, yakar top, misket, yerden yüksek, dokuztaş? Ya o saklambaç? Aah ah!
Zaman ne de çabuk değişiyor.
Hatırlıyorum da bir keresinde.
Arkadaşlarımla İstop oynarken köyden gelen komşunun yeğenini de almıştık aramıza. Söylediği rengi biz şehir
çocukları bir türlü bulamamıştık. Ve o içinden geldiği gibi canı hangimizi isterse vurmuştu. Ve bir keresinde de
biz ona sokaktan geçen arabaları gösterip markalarını tek tek söylerken o bizimde var arabamız demişti. Bizim
arabamız yoktu ya imrenmiştik. Ne güzel peki arabanızın markası ne dediğim de bana “ el arabası” olduğunu
söylemişti ne gülmüştük o an, o cümlesi ile bizimle yıllar sürecek olan dostluğunun temelini atmıştı.
Birde anahtarı kaybetmeyelim diye anahtar boynumuza asılırdı o zamanlar. Bazen silgimizi de
bağlardık ona. Ama ben yine de kaybederdim bir şekilde. Boynuma taktığım silgiyle defter silmek zordu ya
çıkarırdım boynumdan sonra da takmayı unutur ve kaybederdim. Bu yüzden hiçbir silgimi bitirmiş olabilmenin
sevincini bilemedim hiç.
poğaçalar, börekler… Ve bütün evlerden yükselen taze bir hamur kokusu sarardı bütün mahalleyi.
Okulda ki beslenmemizde pazartesi günleri hamur işi günümüzdü ve pazar gününden yapılırdı
Zaman bir kurşun sesi kadar hızlı geçti. Bizler büyüdük.
“Kemal Sunal da öldü nalan “ dedi şair. “O kocaman gülüşlü o güzel insanlar tek tek gitti. Ve Dünya
kirlendi,
Filmler bozuldu. İnsanlar bozuldu. Eğitim bozuldu. Mertlik bozuldu.
Filistinli bir kız çocuğu, annesinin dizine koydu başını:
“Anne, bari beni küçük kurşunla öldürseler. Canım daha mı az yanar dediğinden beri içimde bir şeyler koptu. Ve
insanların çoğu gözlerinde ki acemi bir ürkeklikle hayatı böyle kabul ettikleri gün “o iyi insanlar o güzel atlara
bindi ve çekip gitti”. Demem o ki “biz büyüdük ve kirlendi dünya”
Bir cevap yazın