Aklıma gelen ilk düşüncemi söylüyorum: Kesin benim atalarım, göçebe bir topluluğun , “hadi yine ve hemen göçelim canlar” diye söylenen çığırtkanları idi. Yoksa ben nasıl böyle olmuş olabilirim ki! Bir yere sığamama ve orada uzun süre kalamama, bir yere kendini ait hissedememe en belirgin “ben” tanımımdı. Bu süpürgeli, uçan cadı halim, genlerimdeki at sırtında gezen atalarımdan miras mı kalmıştı? Soru çok da, ancak cevap var mı bilmiyorum. Belki de bir diğer “ben” tanımım da şöyle; Çok soran, hep soran ama cevaplarla çok da ilgilenmeyen. Halet- i Ruhuyeme göre şekil almayı seviyordum ben. Kalıpların, sabitlemelerin insanı değildim. Bu dünyada da yolcu değil miydik zaten? Neden dünyaya kazık çakmaya çalışıyorduk ki?
At sırtında gezmek, günümüz dünyasında fazla tuhaf olacağı için, var olan tüm paramla kendime bir karavan almıştım. Karavan sırtında yaşamaya karar vermiştim; bu kararımdan gurur ve mutluluk duyarak. Sabit , kıpırtısız binalarda yaşayan insanlardan ,atalarımın intikamıydı bu seçimim. Heyyyyy! Beni o görkemli betonlara hapsedemeyeceksiniz. “Kanatlarım Var Ruhumda Benim!”
Beton, buz gibi ruhsuz evler hiç bana hitap etmiyordu; görünüşleri ne kadar azametli olursa olsun o yapıların, hissiyatları azametleri ile ters orantılı idi.. Bir sıkışıklık, bir bunalmışlık hatta bir nevi hapis duygusu.. Birkaç metrekareye sığdırılmış insan yaşam alanı. Bir kaç metrekareye sığdırılmış balkoncuklardan gökyüzünü gördüğünü sanmak. Gökyüzünü görmek nedir biliyor muydu bu insanlar? Hiç gerçekten görmüşler miydi ki? Bu derin mavi tonlarındaki sanat eserindeki ahenge bir mucizeye bakar gibi bakıp her seferinde yine yeniden hayran kalmışlar mıydı ki?
Ben aşıktım gökyüzüne, mavinin her bir tonuna. Karavanımı da aşkımın ispatı olarak şekillendirmeye karar verdim. İsim de verdim aşkıma. MAVİ!
Maviciğimin gözlerine, içinde yakamozları andıran renk cümbüşleri dolu perdeler taktım uçlarında minik püskülleri olan. Yatağımın üzerine de geliyordu bu püsküller; hafif rüzgarda salınınca yüzümü okşayacaklardı. Kedi gibi mırıldanmak geliyordu içimden.
Maviciğimin koynuna telli bir dolap koydum, içine de mavi çinili tabaklar. Tabaklarımla uyumlu kahve fincanlarım da vardı, yerleşmediğim yerlerde keyif ve huzurla içeceğim kahvelerime eşlik edecek olan. Koynu sıcak kalsın diye bir de yün yatak koyayım dedim ferforje bir yatak başlığı olan karyola ile beraber.
Maviciğime, çiçek desenleriyle bezenmiş bir de elbise giydirdim. Tabi bu elbiseye bir de şapka yaraşırdı, elbette unutmadan şapkayı da taktım kafasına. Neme lazım, başına güneş geçmesin .
Karnına da yemeğini suyunu koyunca işim bitmişti.
Eserimle de kendimle de gurur duyuyordum. Güneş gözlüklerimi taktım, artık hazırdım. Kontağı çevirdim, kafamı camdan çıkardım ve yüksek sesle bağırdım.
“Yolcu yolunda gerek, ben kaçar! “
Bir cevap yazın