Rus lokantasını çok severim. Sarı votka içerim her seferinde. Babam evde limon kabuğu, karabiber ve meyan kökü katarak kendi yaparmış. Yani annem öyle anlatırdı işte. Gide gele müdavimi oldum buranın. Her seferinde aynı masaya otururum. En sevdiğim dostlarımla ya da tek başıma fark etmez, nasıl gittiğimin hiç önemi yoktur. O masaya oturduğumda hissettiğim yegâne duygunun adıdır huzur. Ve beni zor bulur. Bulduğu zamanlarda da o kadar korkarım ki terk edip gitmesinden, keyfine de varamam yani.
Bir zaman sonra, oturduğum bu masayla olan ilişkim “benim masama” evrildi. Masayı evim bildim. Dimitri de artık beni kendi dükkânından bilmiş olmalı ki sormadan getirirdi masaya yeni pişmiş piroşkiyi. Üstelik yanında Rus salatası ve taze ekmekle birlikte. Özel günlerde annem çok güzel yapardı Rus salatasını. Mesela yeni yılda… Bu tat beni hemen çocukluğuma götürürdü. Babamın ölümünden sonra annemle yaşadığım o eve; çocukluğumun sayılı o tatlı günlerine…
Dimitri’nin kulakları az duyar. Tane tane ve yüksek sesle söylerim her defasında. Kulakları gibi bacakları da yorulmuştur artık. Ağır yürür. Gözlüklerinin camı desen, yaşıyla birlikte büyümüş gibidir. Kalın camlar, gözbebeklerini görmeme mani olsa da sanırım yeşildir gözleri. Zaten yaşlanınca yeşil de bir tuhaf olur, mavi de. İçine griler bulaşır, yılgınlık bulaşır. Hayat yorgunluğu rengi diyelim bu tuhaf göz rengine.
Sanırım bu Dimitri gençliğinde ava pek meraklı bir adammış. Duvarlarda geyik kafaları var. Dedemin bastonunda da vardı böyle bir geyik kafası. Masamın karşısında bana dik dik bakan şu hayvanla son anını hatırlıyor mu acaba? Hiç sanmam! Bence hafızası da bıraktı artık onu. En azından eskisi kadar bağlı değil Dimitri’ye. Bazen siparişi unutmasından belli bu. Elli yıldır bu dükkânda. Benim gibi kaç kuşak elinden geçti kim bilir? Duvardaki gazete kupürlerinde İngiltere’nin Türkiye büyükelçisiyle resmi var. Yanlarında da Alman büyükelçisi. Nasıl da gülmüş gururla. Diplomatlar, gazeteciler, yazarlar ve ressamlar… Değişmeyen tek şey Dimitri’nin aynı tonda gülüşü.
Bu adama karşı neden böyle yakın hissediyorum kendimi bilmem. Hâlbuki Ruslara olan tek ilgim, çocukluğumdan aşina olduğum yemekleri ve annemden yapımını dinlediğim, babamın meşhur sarı votkası. Ruslar işgal edip dedemler Batum’dan sürgün edilmeden önce aynı havayı solumuşlar kardeşçe. Dimitri’ye olan hislerim ortak kaderimizden alıyor belki de kaynağını.
“Yıl bin dokuz yüz on dört. Birinci Cihan Harbi başlamış,” diye anlatırdı dedem. “Ruslar geldi elimizden aldı Batum’u. Herkesin ağzında tek kelime, ‘Haydin, kaçın! Rus geliyor!’” Zavallı halk ahırlarda bağlı ineklerini oracıkta bırakıp kar, fırtına demeden ayaklarında çarıklar ve çoraplarla, yatak, yorgan ve bebekleri sırtlarında, gidiyorlar. Gidiyorlar ama nereye? Gidecekleri yer belli değil. Viçe adında küçük bir kasaba var, yolu deniz sahilinden geçen. Tam orada, kum üzerinde, ellerinde çocukları sırtlarında yatakları ve tavaları giderken açıklarda bir Rus gemisi görüyor kadın. Henüz yedi aylık karnındaki. O Rus gemisinden öyle bir top atılıyor ki kulakları sağır edecek bir sesle, elli adım ötesine düşüyor kadının. Göz gözü görmüyor o an. Yerden yükselen her bir kum tanesi, minik iğneler gibi giriyor gözlerine, ağızlarına ve her yerlerine. Kadın korkuyor. Hem de öyle korkuyor ki yağan karın altında, oracıkta, aniden gelen sancısıyla dedemi doğuruyor. “At denize!” diyor kocasına. Öyle ya ağlamayan bebek ölü değil midir? Kocası yerde bir cam parçası görüyor. Dizinin üzerine silip parlattığı bu küçük cam parçasını, bebeğin ağzına koyuyor. Kadın adama bakıyor; şaşkın, yılgın… Cam buğulanıyor. “Canlı çocuğumu denize atmam ben!” diyor adam. Sırtlarında taşıdıkları yorganın bir parçasını yırtıp, bebeği göğsüne bağlıyor. Bir camdan hayat bulan dedem, böylece daha bebekken, Karadeniz’in engin ve karanlık sularında babamla benim boğulup gitmemize de engel oluyor. Ama babamın otuz iki yaşında intihar edip ölmesine engel olamıyor. Şimdi bu masada, bu sıcak ve güzel Rus lokantasında bunları düşünmek ve masal gibi gözümde canlandırmak ne kolay! Dimitri’yle hiç konuşmadık bunları. Konuşmadan paylaştığımız diğer acılar gibi aramızda kaldı.
Karımdan boşandığım gün kendimi Dimitri’nin yanında bulmuştum mesela. Hâlbuki evli olduğumu bile bilmezdi. Anlamıştı bir şeylerin ters gittiğini ama sormadı. Bütün akşam masamda oturdu, eski anılarından konuştuk. İstanbul’da şapkalı beyefendilerin, incecik belli hanımefendilerin olduğu, piyanoda Katyusha’ların, Oçi Çorniya’ların çalınıp finalin üst üste söylenen Kalinkalarla yapıldığı güzel akşamları anlattı. O akşamdı sanırım sarı votkanın tarifini verip hikâyesini anlattığı akşam.
“Rus Çarı Nikolay alkole tam yasak getirince evlerde yapılıp içilmeye başlandı bu haraşo,” dedi bardağıma votkayı doldururken.
“Sizin için rakı neyse, bizim için de votka odur!”
“Hadi içelim o halde Dimitri, şerefe!”
“Nazdrovye!”
Tek seferde kafasına dikip anlatmaya devam etti. “Çarlık rejimi çöküp komünistler iktidara geldiğinde, binlerce kişi geride vatanlarını, evlerini, hayvanlarını bırakarak kaçtı. Odesa’dan, Sivastopol’den Karadeniz’e açıldı bu insanlar.” Amcası daha bir yaşında değilmiş o gemiye bindiğinde. Gemide çıkan salgında ölen onlarca bebekten biri olmuş. İsmi anılarda bile yer edememiş onlarca bebek. “Sekiz yüz bin kişi kaçtı, anlıyor musun? Sekiz yüz bin kişi!” Geride hayallerini de bırakarak… Diye devam ettim zihnimde cümlesine.
Dimitri’yle daha önce hiç konuşmamıştık bunları. Konuşmadan paylaştığımız diğer acılar gibi aramızda kalacaktı az daha. Sözü bittikten sonra bir süre dalgın dalgın masaya takıldı bakışları. Sonra birden, ne olduysa, hızlıca kalkıp elinde bir tabak palaçinkayla geldi. Palaçinkanın aramızda söze dökülmemiş bir anlamı vardır.
Bir tabak palaçinka. Meali: İyi ol!
Mutsuz olduğumu hissettiği zamanlar elinde bir tabak palaçinkayla gelir Dimitri. Annem yapardı ben küçükken bunu. İnce bir krep diyeyim palaçinkaya ve ben elma reçeli sürerdim içine. Annem bir kaşık yoğurt koyardı yanına. Hâlbuki ekşi kremadır olması gereken, tıpkı Dimitri’nin yaptığı gibi.
Ben yedi aylıkmışım babam intihar ettiğinde. Annem yeniden evlenip beni terk ettiğinde yaşım yedi, dedem öldüğünde on yedi. Yedi de mi tüm suç acaba?
Sanki Dimitri bütün hikâyemi biliyor gibi. Ne tuhaf. Konuşmadan anlaşmak bu olsa gerek.
Çarşamba akşamları piyano çalar lokantada. Bugün de çarşamba. Sarı votka şişesini alıp yanımdaki sandalyeye oturdu. Bir şeyler konuşmak istiyordu, anladım. Tıpkı onun bana yaptığı gibi, sormadım. İçinden gelirse anlatır diye bekledim. Baktı gözlerime, hayat yorgunu rengi gözleriyle. Bir derdi vardı sanki. Yumuşak ve sıcak bir bakıştı. Sormadım. Sanırım bütün kayıplarıma tekrar kavuştuğum yegâne huzurlu anlardan biriydi o an. Belki o an elimden gitmesin diye sormadım.
“Ben…” dedi. Bekledim… “Bi votka daha içelim,” dedi.
Hastalığını öğrenmiş o gün. Bu son karşılaşmamız oldu. Öyle hızlı olmuş ki her şey, bir sonraki gidişimde kasanın arkasındaki koltuğu boştu. Sanki benden çok uzak biri ölmüş gibi, önce bir şey hissetmedim. Ama sonra… İçimdeki boşluğun izini takip edip yeniden oraya gittim.
Masama oturdum…
.
.
.
“Bir tabak palaçinka!”
Çizim: Yiğit Abdullah
Bir cevap yazın