Erzurum, kılıçtan keskin kışlarıyla meşhur bir şehirdir. Bu nedenle şehir halkının neredeyse bütün ömrü kışa hazırlıkla geçer. Şehir insanı, biraz zoraki de olsa, kışı daha çok sever; belki de önlerinde bekleyecekleri yaz olduğu için… Yazın böyle bir beklentileri de olmadığından, yaz mevsimi kış hazırlıklarıyla geçer. Aslında gelen yaz değildir, kışa hazırlanma ve kışı karşılama meşakkatidir…
1996’nın Sonbaharı, aylardan Ekim’di. Muhsin, bir taraftan okula gidiyor, bir yandan da bütün şehir ahalisinin yaptığı gibi, kışı karşılamak için karınca kararınca son hazırlıklarını yapıyordu. Başka yerlerde ‘ateşle oyun olmaz’ sözünün Erzurum’daki söylenişi ‘soğukla oyun olmaz’ şeklindeydi. Hem de ne kış! Evliya Çelebi’nin deyimiyle: “Kedilerin damdan dama atlarken donduğu, bahar gelince ancak buzlarının çözülebildiği kış…” Bunun için Muhsin, yıllardır almayı hayal etmesine rağmen, bir türlü nail olamadığı paltonun acil ihtiyacı içindeydi. Yemesinden içmesinden kısmış, bir palto alabilmenin derdine düşmüştü. Çarşıda yaş sebze ve meyve satışı yaptığı tezgâhının başında, alış veriş için gelecek müşterileri artık her zamankinden daha çok bekler olmuştu. Zira her müşteri, onun için palto hayaline bir adım daha yaklaşmak demekti.
Aslında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak hayata gözlerini açmıştı. Ama kader ona küçük yaşta yetim ve öksüz kalmayı reva görmüştü. Bölünen mallar ve gelmeyen alacaklar, onu hem çalışmaya hem de okumaya mecbur etmişti. Bu durum her ne kadar aleyhine gibi görünse de bir yandan da onun için faydalı olmuştu. Mirasyedi, şımarık zengin çocuğu kardeşlerinin aksine; çalışan, üreten, kazanan ve kazandığını babası gibi mağdur insanlarla paylaşan birisi olmasına vesile olmuştu[2]. O artık iyiliğin emrinde ve iyilik yolunda çarpışan, iki tarafı keskin bir kılıç gibiydi. Hem dünyalık kazanmayı, hem de kazandıklarının bir kısmıyla ahret için insanların gönlünü kazanmayı öğrenmişti.
Her gün yaya gidip geldiği üniversiteden üşümemek için üst üste giydiği kazaklardan artık gına gelmişti. Bu kazaklar, onu biraz da kilolu gösteriyordu. Palto aldığı gün bir taşla iki kuş vuracak, hem üşümekten hem de şişman görünmekten kurtulacaktı. Sabahları işe ve okula, artık daha bir şevkle gidip geliyordu. Biriktirdiği para tomarını cebinden çıkarıyor, defalarca sayıyor, tekrar cebine koyuyordu. Artık bu, onun en büyük zevklerinden biri olmuştu. Okul ve geçim için vermiş olduğu uğraşlardan arta kalan zamanlarında “Rahmetli Giyim” adını verdiği eskici dükkânlarındaki az kullanılmış paltolara bakarak, en az kullanılmışını ve en güzelini bulmaya çalışıyordu. ‘Rahmetli Giyim’ adını verdiği dükkânlarda hayır kurumlarına bağışlanmış eski elbiselerin giyilebilir durumda olanları satılıyordu.
Aslına bakılırsa bu tür satış yapan dükkânların birinde merinos yününden istediği gibi bir tane palto bulmuş, beğenmişti. Fakat parasını sorduğunda boyunu aşan fiyat karşısında boynunu bükmekten başka elinden bir şey gelmemişti. Yine de yılgınlığa düşmemiş, paltoyu alma arzusu azalmamış, aksine daha da artmıştı. O, hayatını iki temel üzerine kurmuştu: Bir işe girmeden önce enine boyuna iyice düşünmek, bu aşama tamamlandıktan sonra da yüreğiyle meselenin üzerine gitmek.
Bu yöntemi, Sultan Fatih’ten, kendisine kalan bir miras gibi görüyordu.[3] Örnek aldığı insan, İstanbul’u fethetmek için on iki yaşından itibaren planlar yapmış, yirmi bir yaşına gelince de işe girişmişti. Fetih, bir ara aksiliklerle yatacak gibi olduğunda atını denize doğru sürerek: “Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u!” diyerek yüreğini ortaya koymuş, ne kadar kararlı olduğunu göstermişti. Muhsin, hayatında önemli kararlara hep Fatih metoduyla yön veriyordu. Meseleleri aklıyla düşünüyor, yüreğiyle üzerine gidiyordu. Akıl üzerine inşa edilmiş bir duygusallıktı bu…
Böyle yaptığından dolayı da hiç kaybettiği olmamıştı. Babasının ölümünden kısa bir süre sonra tek dayanağı olan annesinin ölüm acısını bile bu yöntemle üzerinden kısmen de olsa atabilmişti. Zaman akıp gidiyor, soğuklar şiddetini artırırken; geçen günlerle beraber kazandığı paralardan palto için bir köşeye attığı nakit de kabarıyordu.
Nihayet günler sonra Muhsin, uzun uğraşlar ve özverili çalışmaları sonucunda istediği gibi bir paltoya sahip olmuştu. Bundan sonra hem soğuktan korunacak, hem de üst üste elbise giymekten kurtulacaktı. Hele yaşına göre şişman görünmekten kurtulmuş olmak var ki, bu bile tek başına bir neden olarak kendisini mutlu etmeye yetiyor da artıyordu.
Paltosunu aldığı günün sabahı erkenden kalktı. Her zaman olduğu gibi sabah namazını cemaatle eda etmek için caminin yolunu tuttu. Üşümek gibi bir derdi olmadığından daha fazla ecir alacağı düşüncesiyle bu kez uzaktaki bir camide namazını eda etmeye karar verdi[4]. Aslında her saban böyle yapmak istiyordu. Lâkin Erzurum’un soğuğu elini kolunu bağlıyor, bu düşüncesini gerçekleştirmekten onu alıkoyuyordu. Hele seher vaktindeki soğuklar… Düşman başına…
Sabah namazını Murat Paşa Camisi’nde eda ettikten sonra, “Kendime bir güzellik yapayım” diyerek karnını bir güzel doyurmak için şehrin en köklü lokantalarından olan Güven Lokantası’nın yolunu tuttu. Burada yapılan paça çorbası meşhurdu. Zaten şehirde bu saatte açılmış olan lokanta da pek yoktu. Olsa da bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi.
Lokantanın kapısından sevinçle içeri girdi. Müşterileri ve çalışanları selâmladıktan sonra siparişini verip boş bir masaya kuruldu. Sabah olduğu için lokantada parmakla sayılacak kadar müşteri, ancak vardı. Lokantaya girenler, sobanın başında biraz ısınıyor, akabinde de siparişini vermek üzere boş buldukları bir masaya geçiyorlardı. oturmak için, ekseriyetle sobaya yakın masalar tercih ediliyordu. Kapının her açılışında da herkes gayri ihtiyari kapının olduğu tarafa gözlerini çeviriyor, gelenin kim olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Çünkü bu çarşıda bulunanlar birbirlerini az çok tanırlardı. Bir, iki derken; gelenlerin sayısı artmaya, kapının açılışı sıklaşmaya başlamıştı ki bu kez şehrin bilinen delilerinden[5] Ahmet, üşümüş ellerini ovuşturarak içeri girdi, ağır adımlarla gürül gürül yanan sobanın yanına gitti. Üşümüş olan ellerini ayaklarını ısıttı. Daha sonra boş bir masanın kenarına ilişti. Lokantanın sahibi Vehbi Usta, her müşterininki gibi onun da arzusunu sordu. Boynunu büken Ahmet, bu hâliyle “Sen bilirsin” manasında, çorbayı seçme tercihini ona bıraktı. O da neşeli bir tavırla getirdiği çorba kâsesini Ahmet’in önüne koydu. Zaten yıllardan beri Ahmet’in ve birçok delinin doyurulması işini, kuruş talep etmeksizin üzerine almıştı.
Masanın kenarında oturan Ahmet, hâlâ ısınamamış olacak ki çorbasına kaşık uzatmadan tekrar sobanın başına geçti, Muhsin’in ağzına götürmek üzere olduğu kaşık birden elinde kaldı, ağzında lokmalar büyüdü. İçinden bir şeyler koptu[6]. Her neyi denediyse bir türlü içindeki iyilik meleğini başından def edemedi! Bir yeni aldığı paltosuna, bir de Ahmet’e baktı. “Daha okula bile bununla gitmedim. Ben de bunu ne zorluklarla aldım. Hem bana kimse getirip vermez. En azından onun durumu bilindiğinden, getirenler olabilir. Benim öyle bir şansım da yok!” diye geçirdi içinden. Gözlerini o noktadan uzaklaştırdı. Verdiği cevap aslında kendisini de tatmin etmemişti. Ama bu mazeret, işini bir nebze olsun kolaylaştırdığı için paçasını kaşıklamaya devam etti. Lokantanın dışına çevirdiği gözleriyle dışarıdaki insanları izliyordu. Dışarıda soğuktan telâşlı adımlarla yürüyen insanların istisnasız tek endişesi, bir an önce sıcak bir mekâna kendilerini atıp canlarını kurtarmaktı. Bu, yürümelerindeki aceleden ve tavırlarındaki telaştan belliydi. Gördükleri, onu uzaklaşmak istediği düşünceden uzaklaştıracağına daha da meselenin içerisine çekiyordu. Çünkü dışarıda değil, içerde üşüyen biri vardı. Dışarıdaki üşümeler de ona içerideki üşümüşü hatırlatıyordu. Artık ağzının tadı iyiden iyiye kaçmıştı. “Nerden de geldim buraya!” dedi, kendi kendine, “Keşke bu gün gelmeseydim..” Yemek mi onu, o mu yemeği yiyordu belli değildi.
Lokantanın kapsı tekrar açıldı. Bu defa gelen çarşıda manav dükkânı olan Necip Amca’ydı. Yerine oturmadan elindeki şal çuvaldan bir palto çıkardı. Yüksek sesle: “Ahmet’im nerede benim! Bakın ona ne aldım! Ahmet’im üşümesin diye, ona palto getirdim.” Ahmet’i masasından kaldırıp paltoyu giydirdikten sonra kendisi de bir masaya oturdu. Aslında paltoyu Ahmet’e değil, Muhsin’e ihsanda bulunmuş gibi olmuştu. Muhsin’in yüzündeki somurtkanlık kaybolmuş, âdeta kış ortasında baharı yaşayan bir memlekete dönüşmüştü. Yüzünde güller açmıştı. Çorbasını bitirdikten sonra İkram edilen çayı tadını çıkara çıkara yudumladı. Tabii ki bu neşesi de fazla sürmedi. Bu kez vicdanı, zaptiye olup yolunu kesti. Paltoyu kurtardığından çok bu kez veremediğine üzüldü. Bir paltoyu bile veremeyecek kadar cimri olmakla kendini suçladı. “Demek ki Allah’ın sevgili kulu değilim ki, bu iyilik bana değil, Necip Amca’ya nasip oldu” dedi. Allah, iyilik yapmayı ancak iyilere nasip eder. Sabahı yaşadıklarından dolayı berbat olmuştu. Güne sevinçle başlamasına sebep olan palto, günün sonuna varmadan hayatını kâbusa dönüştürmüştü. İsterken her şeyin hayırlısını istemek bu olmalıydı.
Okula gidip eve döndü. Durumunda en ufak bir değişiklik olmadı. Hep aynı söz dudaklarından dökülüyordu: “Pis cimri, pis cimri…” İçinde bir bölünme yaşıyordu. İçi İslamın ilk yıllarının Mekke’sinden de karışıktı. Oradaki karşılıklı bir hak-batıl savaşıydı. Kardeşin kardeşle savaştığı kutsal bir kavgaydı. Buradaki ise, kendi içinde kendisiyle tutuştuğu bir savaştı. Kendisi de içindeki iyinin kazanmasından yanaydı. Zira “yiğit bin yaşar, fırsat bir düşerdi”. O Fırsat düşmesine düşmüştü, ama cimriliğiyle o fırsatı elinden kaçırmıştı, beraberindeki yiğitlikle birlikte… Hem insan olmak karşısındakinin de kendisi gibi insan olduğu farkındalığını gerektirir. O haklarını koruyamayacak kadar aciz olsa dahi insan olan onun hakkına tacizde bulunmaz. İş İslam kardeşliğine gelince; Müslümana din kardeşini onun gıyabında öz nefsine tercih etme mükellefiyeti yükler. İnsan olana, ruhunun kendi yanlışlarından kaynaklı bir ömür boyu titremesindense; bedeninin soğuktan titremesi daha evladır. İnsanlığın başının en büyük belası insanlığın öldükten sonra insanların yaşamaya devam etmesiydi. Ruhundaki titremeyi, bedeninin soğuktan titrememesine tercih etmiş birisi olmak kendisini derinden sarstı. Daha fazla bu duyguları yaşamamak için erkenden yatmaya karar verdi. Hem böyle yaparak günün yorgunluğunun yanı sıra, yaşadığı ruhî sıkıntıyı da belki atlatırım düşüncesindeydi. Sabah ezanlarına kapının tokmağının tok sesi karışıyordu. “Ezanla beni çağıran belli, kapının tokmağıyla çağıran kim ola ki?” dedi. Hemen yorganını üzerinden attı, kapıya doğru yola koyuldu. “Kim o?” sesine, “Benim ben… Hacı’mın oğlu, Yunus…” diye cevap geldi. Muhsin kapıyı açtı. Bu, köylerinin delisi olan Yunus’tu. Köyden çıkalı yıllar olmuştu. Yunus’u köyden, açılan sohbetlerde isminin geçmesinden biliyordu. “Hayırdır Yunus, derdin nedir?” dedi.
“Hacı’mın oğlu biliyorsun, havalar iyice soğudu. Baban öldü, sen varsın. Üşüyorum, paltom yok. Buralardan, çalışmak için Kars’a gideceğim. Bana bir palto lâzım…” Muhsin tebessüm etti, dün kaçırmış olduğu iyilik fırsatının bu gün kendisine verildiğine sevindi. Paltoyu getirerek sevinçle Yunus’a uzattı. Kapıyı kapatırken “Bu, dün benim nasibimden çıkmış, bir gün öyle boş yere elimde kaldı…” diyerek, derin bir nefes aldı. İçindeki titremenin nihayete ermesi, soğuğun bedenini titreteceğini bilmesine rağmen huzurla[7] yeni güne başladı[8].
[2] Onlar, çalışmayı ahlaki bir değer olarak gören milletin çocukları…
[3] Millet büyüklerinin büyüklüklerinden biri de millet evlatlarına böyle miraslar bırakmalarıdır. Şüphesiz ki milletler önce yüksek ahlak değerleriyle millet olurlar. Onların hayat hikâyeleri millet evlatları için birer ahlak ve karakter mektebidir. Bu mektebin mekânı ailedir. Çocuk, daha ilkokul çağına bile gelmeden o büyüklerin hayatlarından kesitler öğrenir ve onlara özendirilir.
[4] Gerçek kuvvet, Hak yolunda göze alınan zorluklarla doğru orantılıdır. Bizim kültürümüz, işin kolayına kaçmayı hiç de makbul saymaz.
[5] Bir zamanlar Erzurum halkının: “Deli… Belki de Allah yolunda bir veli.” diyerek uhrevî bir sevgiyle yaklaştıkları meczuplar… Bir ulu kudretin cezbesinde unutamamanın ve unutulmanın şansız şöhretsiz, makamsız mevkisiz mekânsız ve hatta devletsiz.. hatta ve hatta isimsiz kahramanları… Batı’da, kilise zindanlarında, asırlar boyunca gönül ateşlerini söndüremeyen ateşlerde yakıldılar… “Şükürler olsun ki bizde böyle olmadı” diyerek teselli mi bulacağız? Meczuplar, aşkın ve bedelinin kimsesizleri… Büyüklerimiz aşkı da bedelini de onlardan öğrendiler… “Şeb-i hicran yanar canum, töker kan çeşm-i giryanum, uyarur halkı efganum, kara bahtım uyanmaz mı?” yahut “Kaşın mihrabına secde edenler kamet etmezler, yüzünden gayrı bir veche dönüp de taat etmezler…”
[6] Herkesin Sırat’ı kendi içinde… “Ya geçilir, ya geçilmez”… Meğer ki Hakk’tan inayet ola…
[7] Huzur içinde olmak, yani Hakk’ın huzurunda olduğunun bilincinde olmak… Güzel olan ‘rahatlık’ değil. Güzel olan huzurlu olmak. O da Hakk’ın huzurunda olduklarını unutmayanların hâli…
[8] ‘Kapının tokmağıyla’ da çağıranın ‘O’ olduğunu bildi, kendisine bildirildi de bildi; yoksa bilmek ne mümkün: “Dost bana name göndermiş, candır bedeli; öpüp koklayarak kalbime gömsem, Sırat’ı geçerken böyle görünsem…” diyor ya şair, mülkün gerçek sahibinin ‘O’ olduğunu bilerek, işte o name, gönderilen bu yoksul olsa gerek…
Bir cevap yazın