Güneş doğarken ortalık alaca değil, zifiriydi. Yas Soma’ya erkenden, gündüz yeni yeni başlarken çökmüştü. Ölümün karası Soma’nın ana, ara, tüm sokaklarında sinsi sinsi geziniyordu. Fark etmediler. Telaşla başladı o günde. Diğerleri gibi. Herkes gibi. Kahvaltıda içilen çaylar bardaklarda, ucundan koparılmış ekmekler gümüş rengi sinilerde, kenarından bir çatal alınmış peynirler tabaklarda yarım kaldı.
-Ameed, dün Hüseyin Amca’nın torunu apandisit ameliyatı oldu dediydim ya sana, akşam bir uğrayıverelim. Vakitlice gel emi?
Eğilmiş, ayakkabılarını giyen kocasına bakınca Ayşe’nin içi kaynadı. Acıdı hallerine. Daha sert tembihleyecekti de kıyamadı. Adamın kamburlaştırdığı sırtını yıpranmamış elleriyle ileri geri ovaladı. Yükünü hafifletirim sandı. Ahmet karısının halini anladı, ses etmedi. Doğruldu. Çantasını işaret etti. Kadın çantayı uzatırken hazırladığına emin olduğu halde, bir kez daha azığı, suyu yokladı.
-Olur mu Ameed’im?
Kara, kalın kaşlarını, ince dudaklarını aşağı düşürdü ortaca boylu adam. Bilirdi Ayşe, bu tamam demekti. Nasırlı, iri avuçlarıyla karısını omuzlarından kavradı.
-Hakkını helal et. Allaha ısmarladık.
Mahsustan yüzünü astı Ayşe.
-Her sabah aynı lakırdı be Amed’im. Neredeyse iki yıl oldu madene ineli. Daha bir şey olmaz Allah’ın izniylen. Haydin hayırlı işler.
-Bebem sana emanet.
Utandı Ayşe. Anasının çeyizlik ördüğü orlon, iri motifli yeleğiyle çıkmamış karnını sakladı. Kabahatli saydı kendini. Genç teni pembeleşti.
Yiğidinin ardından geniş omuzlarına, vakitsiz kırlaşmış saçlarına, madene girdiğinden beri uzamış görünen kollarına baktı bir süre. İçini çekti. “Az daha gayret Ameed’im, az bi şey daha. Hele borçlarımız bitsin, hele bebemiz ele avuca gelsin, göndermem seni kömüre.” dedi. Uzaklaşan adama baka baka yüreği hopladı. Güldü. Bu sefer ağzını kapadı. Neme lazım, konu komşu görürde, kocasını savuştururken kıkırdadı diyerekten laf ederler sandı.
Süzüldü Ahmet. Ne acele etti, ne ağırdan aldı. Tam kararında attığı adımlarla mezarına indi. Ölüm mesaisi başladı.
Taze gelin Ayşe kutu gibi, mini minnacık evini özene bezene toparladı. Kar beyazı, kalıp gibi kolaladığı dantellerini düzeltti. Bir koşu bakkaldan öteberi aldı. Yemeğini yaptı. Komşuya eli boş gitmek olmazdı. Övgüler işittiği limonlu kekini çırpıverdi. Biraz televizyona baktı. İçi geçti. Eteklerini sarılı yeşilli oyaladığı sedirinde tatlı tatlı şekerleme yaptı. Gözünü yıllarca hayalini kurduğu evinde açtığında içi sıcacık oldu. Kalktı. Askere yollayıp, on beş ay sabırla yolunu beklediği kocasının sevdiği yemeklerle sofrasını donattı. Karnıyarık, pilav, cacık…
Ahmet zifir karası yüzünde güneş gibi parlayan gözlerini kırpıştırdı. Parayı Allah belleyenler için hem kazma salladı, hem hanımına söylendi.
-Bi tutturdun, komşuya gidelim, komşuya gidelim dünden beri. Onlar benim babam ameliyat oldu da geçmiş olsuna geldiler mi a Ayşe. Onu bırak evlendik anca bi kapıdan, o da yarım ağız hayırlı olsun demediler mi ah Ayşe’m, ah gülüm. Tazesin, yenisin diye kıyamıyom sana. Yoksa eşiklerine ayak basmam bilesin.
Alnındaki terler, şakaklarından göz kenarlarına, oradan da boynuna beyaz, dar yollar açtı. Susadı. İçi yandı. Cehennem sıcağında pet şişeden içtiği kaynamaya yüz tutmuş su, ateşini söndürmedi. Şişenin ağzına ağzından bulaşan kara halkayı, koluyla sildi. Su kömüre bulandı. Aldırmadı. Davrandı. Kazmayı var gücüyle, kaskının cılız ışığından gördüğü koyu zemine sapladı. Duyduğu gürültü ve sarsıntı öncesinde son temiz nefesini almıştı. Yerin altı simsiyah, yerin altı dumanlı, zehirli, yerin altı yangınlı. Yerin üstü güneşli, hayat gayeli, altı mahşer yeri, Azrail’li, kıyımlı. İçindekileri dışarı salmadı maden ocağı, canlı kanlı kömüre kattı, verdiklerini insan etiyle homurdana homurdana geri aldı, yuttu yerin altı.
Ayşe’nin bekleyişine önce öfke sonra endişe eşlik etti. “Gelemedin Ameed, kahveye takıldın Ameed. Bilirim o Katırcı’ların Mustafa girdi senin saf aklına, bilirim oturttu seni yine okeye. Domuzun Mustafa’sı seni.” Zaman usul usul ilerledikçe yüreğine kor, göz bebeklerine kar yerleşti genç kadının. “Ne oldu ki acep? Bu kadar oyalanmaz gelirdi Ayşe’sine aslanım. Ne oldu ki acep? Gitmeyiz Ameed’im, gitmeyiz gülüm. Yemin olsun üzmem seni. Otururuz evimizde. Bir şeycik diyemezler. Kocam hastaydı, yorgundu deyi veririm.”
Aklına en kötüsünü getirmemeye çalışarak bir kez daha cep telefonuna uzandı. Defalarca açmamıştı Ahmet ama bir umut, belki bu sefer ses verir, “Hemen geliyom, sağım, meraklanma kızma Ayşe’m” der diye tekrar aramaya yeltenmişti ki, Mustafa’nın dedikoducu karısı kapıyı var gücüyle bağıra, çığıra yumruklamaya başladı.
-Ayşe, bittik, öldük Ayşe. Maden çökmüş, bizimkiler göçük altında kalmış a Ayşe. Adamlar içerde, kavrulduk, kalk a bebeli Ayşe.
Telefon elinden düştü kadının, oturduğu sedirde canı çekildi. Dizlerini morarta morarta ağıda başladı.
-Deme Ameed’im, yapma yiğidim. Ev de istemem, bulaşık makinası da. Etme, bizi bi başımıza koma, kurbanın olurum yiğidim.
Mustafa’nın karısı, kötü haberi başka damlara koştururken, Ayşe’nin rahminden bacak arasına ılık ılık, kırmızı kırmızı aktı bebesi. Hevesle, umutla işlediği yeşilli sarılı oyalar kana bulandı.
O ara birbirlerini seven çiftlerin nikâhları en güzel dileklerle kıyıldı. Bebek sahibi olanlar mutluluktan, amansız hastalığa tutulduğunu öğrenenler çaresizlikten ağladılar. Hayvan severler yavru bir kedinin gördüğü zulüm sonrası toplanıp eylem yaptılar. Magazin basını yeni bir aşka yelken açan, genç dizi oyuncularının kaçamaklarını Bodrum sahillerinden duyurdu. Dünyada bir sürü şey olurken taze gelin orada, o an da sarardı, soldu. Kadını için için tütecek, hiç sönmeyecek yalazlı ateşler zapt etti.
Bir cevap yazın