Bir kış akşamıydı.
Eski evlerden birinde, şöminenin başına kurulmuştu yaşlı bir adam. Büyük bir dikkatle elindeki kitapları
inceliyordu. İçeriden genç kadının sesi duyuldu: “Çatalları masaya götür Nehir, börek pişmek üzere.”
Salondan içeri genç bir kız girdi. Nehir’in süt beyazı teni salondaki sarı ışığın altında onu soluk gösteriyordu.
Beline kadar uzanan kumral saçlarını yüzünden çekerken masaya yaklaştı. Elinde tuttuğu çatal ve kaşıkları
masaya bıraktığı sırada göz ucuyla dedesine baktı. “Ne okuyorsunuz, Nazım Bey?”
“Araştırıyorum kızım, hepinizin yapması gerekeni yapıyorum.” dedi yaşından beklenmeyecek tok bir sesle.
Nehir kalçasını masaya yaslarken “Neyi araştıracakmışız dede, tarih öncesi efsaneleri mi?” dedi yarım ağız
gülerek. Yaşlı adam, kafasını kız odaya girdiğinden beri ilk kez kaldırdı kitaplarından. Çelik mavisi gözlerini
torununun badem gözlerine dikti. “Hayır yavrum, son zamanlarda dünyanın her yerinde giderek artan hayvan
ölümlerini. Neden birden bu kadar arttılar, bir fikrin var mı?” Başını kitabına eğmeden önce keskin bir sesle
“Üstelik, hala her efsanenin bir gerçekliğe dayandığını fark edememene üzüldüm.” diye mırıldandı sakince.
Nehir başını iki yana sallarken güldü. “Dede gerçekten elindeki masalların ölen hayvanlara bir faydası olduğunu
mu düşünüyorsun? Onlar açlıktan ölüyor, inan bana, sokağa bir kap yemek bırakman onlar için daha faydalı
olurdu.”
Nazım Bey aksi sesiyle konuştu: “Benimle bebekle konuşur gibi konuşma, kızım, çok şükür beynim hala tıkır
tıkır işliyor! Ayrıca siz beni dinlememeye devam edin bakalım. Size o dördü ortaya çıkacak diyorum. Ortaya
çıkacaklar ve benim yardımıma ihtiyaç duyacaklar, çünkü hiçbir şey bilmiyor olacaklar. Tıpkı yeni doğmuş
birer bebek gibi…”
Nehir iç çekti. “On altı yaşındayım ama ben bile masallara inanmıyorum, dede. İdeallerine böyle sıkı
tutunuşuna hep hayran da olsam bunlar gerçek değil.”
Adam başını salladı. “Peki yavrum, siz öyle düşünmeye devam edin ama bilmelisiniz ki eğer onlar ortaya
çıktığında ben çoktan öbür tarafa göçmüş olursam bu kitaplardaki bilgileri onlara iletmek, sizin göreviniz
olacak.”
Elindeki iki kalın kitabı ve eskimiş bir parşömen parçasını Nehir’e gösterdiği sırada genç bir kadın girdi salona.
Fırın eldiveniyle tuttuğu içi börek dolu tepsiyi masaya bırakırken güldü. “İlahi baba, yine mi o masallar!”
Nehir’e döndü ve yüzündeki gülümsemeyle anlatmaya başladı: “Deden bu masalları bana çocukken anlatır,
onun görevini benim devralacağımdan bahsederdi hep. Ben de inanmıştım ona, çocukluk aklı işte. Nasıl
sevinmiştim çok yüce bir görevim var diye. Ama dedende de iyi sabır vardı, bıkmadan bütün ciddiyetiyle
anlatırdı ortaya çıkacak olan dört elementi.”
Bu sırada elindeki bardaklar ve sürahiyle salona giren adam, eğlenen bir ifadeyle karısına ve kızına baktı.
“Annen bitti, şimdi de seni bu masallarla büyütüyor işte. Fena mı oluyor ama, nereden bulurduk sonra Nehir’e
saatlerce masallar anlatacak birini!”
Hepsi birlikte gülmeye başladığında Nazım Bey çatık kaşlarıyla ayağa kalktı. Yaşına rağmen oldukça diri duran
vücudunu onlara doğru çevirirken “Bir gün gelecek ve doğru söylediğimi anlayacaksınız, benden özür
dileyeceksiniz. Ancak umarım bu yakın zamanda olur, yoksa özrünüzü bir mezar taşına iletiyor olacaksınız!”
dedi.
“Baba!”
Genç kadın çatık kaşlarının altında yatan afallamış bakışlarla babasına bakıyordu. “Her seferinde böyle
yapıyorsun!” diye yakındı. “Hep bizi ölümünle tehdit ediyorsun, artık yapma lütfen. Bırak şu masalları!”
“Her masal sığ insanların ardını göremediği birer gerçektir, kızım.” diyerek kalktığı yere tekrar oturan Nazım
Bey’e karşın sinirli adımlarla salondan çıktı genç kadın. Eşi de ardından iç çekerek çıkarken Nehir, gizemli bir
ifadeyle dedesinin yüzünü inceliyordu. Nasıl oluyordu da bu kadar zeki bir adam inatla böyle boş efsanelere
inanmaya devam ediyordu?
İç çekti adam. “Bak,” dedi torununa kitapların arasından çıkardığı parşömeni göstererek. “Bu çok önemli. Belki
annenler bunu ciddiye almayabilir ancak senin hayal gücün henüz onlarınki kadar zincirlenmedi, biliyorum.
Çok yaklaştı, dört elemetin koruyucuları ortaya çıkmak üzereler. Unutma, şafak sökmeden hemen öncesi
alacakaranlıktır. Çok az kaldı!” Öne uzanıp şefkatli bir şekilde torununun elini avuçları arasına aldı. Çelik
mavisi gözlerini, bu söyleyeceklerini kızın aklına kazımak istercesine, kızın gözlerine dikti.
“Bu bir harita. Onlara mutlaka ulaşması gereken eşsiz bir harita. Çünkü ortaya çıktıklarında en önemli şey, bir
araya gelmeleri olacak.”
Nehir dedesinin “onlar” diyerek tabir ettiği kişilerin masallarında anlattığı dört elementin sahipleri olduğunu
anlamıştı. Dedesinin elindeli parşömen dokulu kağıda baktı, ofladı. “İyi de, dede… Bu sadece boş bir kağıt
parçası.”
Nazım Bey muzip bir ifadeyle torununa baktı ve başını iki yana salladı: “O zaman geldiğinde öyle olmayacak.”
{29.10.19}
Zeynep Aryaman
Bir cevap yazın