Bu öykü, Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmenler Arası “ANADOLU” konulu öykü yarışması ilçe birincisi olmuştur.
Yorgundum, uykusuzdum umutsuzdum. On altı saat yolculuktan sonra o hasret kokan yatağıma uzanmış kalmışım. Annem eve gece ulaşacağımı bildiğinden önceden hazır tutmuş yatağımı. Uyumamış ben gelene kadar. Sigara dumanından sararmış tül perdenin arasından bir kedi sessizliği ile titreye titreye odama giren güneş ışınları, göz kapaklarıma vurduğunda, yarı uyanık vaziyette bedenim yataktan ayrılmakta güçlük çekerken alnımdan boynuma doğru akan ter damlarının ıslaklığı ile doğruldum yataktan.
Pencereden girip burnumu sızlatarak genzimi yakmaya başlayan, oradan beynime ve kalbime doğru sızıp beni mevsimlerce geriye götüren çocukluk iklimlerime yelken açtıran bu koku; unutulmuş bir yalnızlığın hatırasıydı. Perdeye doğru yöneldim. İşte karşımdaydı. Utangaç bir gelin narinliğiyle beyaz çiçeklerini sunmuştu pellempüs.
İlk defa Payas’ın yerlisi olan kapı komşum, okulda sıra ve kader arkadaşım, uysallığı ile mahallelinin gözbebeği İsmaillerin bahçelerinde patlangaç yapmak için gittiğimde görmüştüm onu. Kendisinden daha uzun olan ağaçların ve etrafını sarmış çalılar arasından “Ben de buradayım” dercesine dağınık dallarının üzerinde beyaz çiçekleri ve keskin kokusu ile tanıştırmıştı beni. Yozgat’tan mahallemize yeni taşınan, ilk karşılaştığımızda kilosu ve omuzları arasında kaybolan boynu ile kambur görüntüsü veren cüssesine gülüşümüzden dolayı bizden uzak duran Satılmış:
– Şu dal tam patlangaçlık, dedi.
Sanki pellempüs dalının sahibi kendisiymiş gibi bir hamlede cebinden çıkardığı çakısı ile kesti dalından Coşkun. Ne zaman yanımıza geldi, hangi ara duydu konuştuklarımızı, bu çeviklik… Coşkundu bu işte. Cebinde çakısı, elinde salçalı ekmeği eksik olmazdı. Ne de olsa Keşanlı Pelivan Üsmen Ağanın torunuydu. Beyaz teni ve sarıya çalan saçlarıyla ayrılırdı bizden. Bilek güreşinde hepimizi yener, Cinli Bahçe’den portakal çalmaya bir tek o cesaret ederdi. Kestiği pellempüs dalına bakarak:
– Hepimize patlangaç çıkar bundan dedi.
Çocukluğumuzun vazgeçilmez oyuncağıydı patlangaç. Pellempüsün ince, düz dallarından on santimetre kadar kesilir, içerisindeki elyaftan oluşan yumuşak reçinesi ince bir çubuk ile çıkarılır, kesilen dal tam bir hortum görüntüsü oluştururdu. Nar ağacının kesilen ince dallarından pellempüsün içinden geçecek incelikten çakı ile yontulan ellikler piston görevi görürdü. Elliklerin pellempüsün içine girecek kısımları pellempüsün uzunluğundan bir santim kısa olurdu. Böylece patlangacımızın yapımı tamamlanmış olur sıra mermilerimize gelirdi.
Dağdağan ağacının olgunlaşmamış yeşil yemişlerinden toplar, patlangacımızın iki ucuna da birer dağdağan yemişi yerleştirirdik. Piston görevi yapan elliklerimizle hızlı bir biçimde elimizde tutuğumuz patlangacın bize doğru olan deliğindeki dağdağan yemişi ileriye doğru itilirdi. İttiğimiz yemiş, patlangacın içindeki hava basıncı ile öndeki yemişi hızlıca dışarı fırlatır ve tabanca sesi gibi “paaat” diye ses çıkarırdı. Arkadaki yemiş dışarıya fırlatılan yemişin yerine geçerdi. Fırlayan yemiş tenimize değdiğinde az da olsa canımızı yakardı. Patlangaç oyunu ve futbol sayesinde bir araya toplanır, arkadaşlıklarımız pekişirdi.
Hemen hemen hepimizin babasının çalıştığı Demir Çelik Fabrikasının, Hatay’ın Dörtyol ilçesine bağlı bu kasabada (sonradan ilçe oldu) oluşu bir araya getirmişti bizi. Türkiye’nin bir özetiydi Payas. Her bölgeden kimisi işçi kimisi mühendis olarak gelmişti. Dilimiz, inancımız, kimliğimiz farklı da olsa, Payas sırtını Amanos Dağlarına dayamış, önünde Akdeniz’in sonsuz tuzluluğu, anne şefkati ile hepimizi kucaklamıştı.
Annelerimiz kültürleri birbirinden farklı da olsa komşularıyla kardeş gibi geçinirlerdi. Farklı giyim, farklı şive farklı ağızlar ile konuşmalarını kimse yadırgamazdı. Babalarımız aynı kahveye gider, aynı masaya oturur çay ve sigaralarını yarıştırırlardı. Çocuktuk. Ailelerimizin arasındaki uyum bize de yansımıştı. Ne Maraşlı Ökkeş’in “Ede kop kop” (koş koş) demesi, ne Payaslı İsmail’in “Kalkın denize gidek bre ciğerim” ya da Kayserili Yusuf’un “Bebeler bugün ne oynayacağız” demesi yadırganırdı. Hepimiz Anadolu’yduk, Anadolu çocuğuyduk. Ne de olsa şehit dedelerimiz Çanakkale’de yan yana yatıyorlardı.
Futbol sahamızın olmadığı mahallede yola taşlardan kale yapar, patlamış plastik topumuzla; yoldan geçenlerden azar işitmemize rağmen futbol oynardık.
Mahalle takımımız tam bir Anadolu Milli Takımıydı. Kalede Konyalı Seyfettin, (İmam olan babasından gizlice gelirdi) stoperde Keşanlı Coşkun, Coşkun’un sağında ben, solunda Karabüklü Mustafa, orta sahada Payaslı İsmail ve Yozgatlı Satılmış, sağ kanatta Kayserili Yusuf, sol kanatta Maraşlı Ökkeş, santraforda Rizeli Dursun, ileride ise gol makinemiz Mardinli Şehmuz oynardı.
İlk yarı yerden ikinci yarı havadan oynama taktiğimiz bir türlü tutmaz, patlamış plastik top havalanmazdı.
Maç beşte devre onda biterdi. Fakat bir türlü bitmez mutlaka kavga çıkardı. Biz tabanları yağlar, Pelivan Üsmen Ağanın torunu Coşkun’u ortasında bırakırdık kavganın.
Toz toprak, kan ter içinde eve gelir, azar işitirdik annelerimizden. Geceleri dışarı çıkar, yeni yetmezliğimizin tüm mahrem konularını paylaşırdık. Şehmuz’un platonik aşk maceralarına ortak olur, ona taktikler verirdik. Şehmuz:
– Oğlum o kızı bana vermezler. İnşaatçı, garibanın teki babam, Müjgân istasyon şefinin kızı, nasıl olacak bu iş, derdi.
Neredeyse her gece evlerinin önünden geçer, Müjgân onu görmesin ama o Müjgânı görsün isterdi. Sarı yılgın çatıları tren dumanından is bağlamış istasyon evlerinin önünden geçerken adımları hızlanır, bizi geride bırakırdı. Biz bilmezdik Müjganların evlerinin önündeki kurumuş dikenlerin, Şehmuz’a gül göründüğünü. Demir Çelik Fabrikasına yük taşıyan trenlerin vagonlarındaki kömür gibi karaydı gözleri Müjgan’ın, yüreği de öyle. Şehmuz’un oradan geçişine hiçbir anlam vermezdi. Biz anlardık ama söyleyemezdik gol makinasına.
Düğünlere giderdik. Gitme sebebimiz kız kesmekten daha çok, birlikte olmanın verdiği mutluluğu yaşamak içindi. Her düğün, güzel yurdumun bir bölgesinden başka bir bölgesine yolculuktu bizim için. Dursun’un amcasının düğününde hızlı müzik eşliğinde bıçaklı horon oyunu içimizi titretirken, Mustafaların mahallesindeki Karabüklülere has olan kadın kılığına girip oynayan köçekler, seyircileri hem güldürüyor hem de alkışlarla eğlenceye katılmalarını sağlıyordu. Bizden yaşça büyük olan Manisalı Recep abi kendi düğününde zeybek oynadığında, “Vay be ne cevherler varmış Recep abide” demiştik. Büyüklerin kendilerine has kurdukları o zengin sofralarına yaşımız gereği uzaktan bakmakla yetinmiştik. Şehmuzların düğünlerindeki el ele omuz omuza çekilen halaylar tam bir birlikteliği simgeliyordu. Düğünde durmaksızın, gençler tepsilerle çay ve envaiçeşit sarma sigaralar ikram ediyorlardı. Bizden bir tek Salih sağına soluna gizlice göz attıktan sonra uzanırdı tepsideki sigaralara. Bize ise çaylara talim ederdik.
Yalnız düğünler değil cenazelerde Anadolu insanının gönül zenginliğinin bir göstergesiydi. Maraşlı Ökkeş’in babası vefat ettiğinde; komşular cenaze evine yemek götürme yarışına girmişlerdi. Belediyenin kurduğu taziye çadırlarında dualar ve baş sağlığı dilemeler eksik olmaz, gelenler mümkün olduğunca sessiz ve utangaç bir biçimde ellerinde koyu renkli poşetler ile çay ve şeker getirilerdi.
…
İlk İsmail ayrılmıştı aramızdan. Denizli’ye üniversite okumaya gitmişti.
Seyfettin askere gidecek diye babası mevlit okutmuştu da, etli ekmek yemekten hastanelik olmuştuk.
Büyüyorduk. Büyüdükçe sığamıyorduk Payas’a. Anadolu’nun özetinde bir araya gelmiştik. Şimdi ise Anadolu’nun dört bir yanına dağılmıştık. Benim payıma Edirne düşmüştü.
Bir koku bunca anımı hatırlatıp, hüzünlü bir nefes aldırmıştı ki bana annem “Kerem kahvaltı hazır” dedi. Pellempüse veda edeceğim sırada, “Bunca yıl neredeydin” der gibi rüzgârdan eğilen boynu dargındı. “Pellempüs benle küs”.
Bir cevap yazın