Zemin kattaki küçük odanın tek ve büyük penceresiydi. Hayata bakan tarafında kendisiyle aynı büyüklükte bir güvenlik kafesine sahipti. Bu kafes, duvarın içinden çıkan enine dokuz, boyuna yedi kalın demir çubuğun eşit aralıklarla birbiriyle kesişmesinden oluşuyor, yaşamı seksen küçük kareye bölüyordu. Bu çok parçalı görüntü yine demir pervazla çerçevelenip bütünleniyordu. Pencerenin kanadı da pervazı gibi demirdendi ve sağ böğrüne kaynak yapılan iki demir reze ile pervaza rabıtalanmıştı. Pencerenin kanadı, pervazı, güvenlik kafesi hatta üstüne oturduğu beton denizliği – Nedendir bilinmez. – şeker pembesinin koyu kıvamlı bir tonuna boyanmıştı. Özensizce sürülen boya kimi yerde katmerlenmiş, demirin pas tuttuğu yerde ise kendini bırakmıştı. Pas lekeleri, insanın cildine sinsice yerleşen yaşlılık lekelerini andırıyordu. Pencerenin camı – ihtiyaçtan olsa gerek – çift camlı bir ısıcam ile değiştirilmişti. Yerini yadırgadığı her hâlinden belli olan yeni cam – kaçıp kurtulmasın diye – çerçevenin dört kenarının tam ortasına vidalanmış dört küçük metal levha ile zapturapt altına alınmıştı. Camla çerçeve arasındaki boşluklar şeffaf silikon ile doldurulmuştu. Bu iş de boya işi gibi özensiz yapılmıştı. Silikonun temizlenmemiş fazlası, sıvanıp kurumuş sümüğe benziyordu. Ömrünü tamamlamış açma/kapama kolu sökülmüş, geriye bağlantı vidalarının girdiği üç delik kalmıştı. Odaya kör kör bakan bu deliklerin hemen bitişiğine yaylı, pirinç bir sürgü vidalanmıştı. Açma/kapama kolunun görevini bu sürgü yerine getiriyordu. Sürgünün çekme halkasında imamesi tavanı gösteren üç devirli bir tespih asılıydı. Sütlü kahverengindeki bu tespih plastikten yapılmıştı. Dikkat çekici herhangi bir özellik göstermeyen bu tespihin sıradan bir güzelliği vardı. Ne var ki odaya ilk kez girenler tespihi hemen fark edemezdi. Tespihin yerini bilenler ise onu yerinden ayırmaz hatta böyle bir düşünceyi akıllarına bile getirmezdi. Bu tespih ancak dalgın ve hüzünlü gözlerde çekilirdi. Tespihin pencere sürgüsüne kim tarafından ve ne zaman asıldığı bilinmediği gibi, bir öğretiye dayanmayan bu ritüelin ne zaman başladığı ve ne anlama geldiği de bilinmiyordu. Zamanla tespih pencerenin, pencere de tespihin ayrılmaz bir parçası olmuştu.
Pencerenin odası enine kısa, boyuna uzun bir odaydı. Duvarları şampanya rengine özenen bir sarıya, tek kat boyanmıştı. Kapanmayan kirler, “Ben buradayım!” diye bas bas bağırıyordu. Duvarlara ne bir resim ne de bir takvim asılmıştı; eskiden bunların asıldığına emare olabilecek çivi deliği ya da bant izi bile görünmüyordu. Tavanın durumu duvarlardan daha kötüydü. Badanası uzun süre ihmal edildiğinden dalga dalga sararmıştı. Âdeta sarılık geçiren bu odada güneş, pencerenin izin verdiği kadarıyla gezinirdi. Bu gezinti sırasında güvenlik kafesinin duvarda beliren küçük kareleri bir tür güneş saati olur, tecrübeli gözlere zamanı fısıldardı. Akşamları ise birbirine uzak iki uzun floresan lamba odayı aydınlatırdı. Lamba düzenekleri, hayali bir çizgiyle iki eşit parçaya bölünen tavanın her parçasının tam ortasına, pencere ve kapıya dik açı oluşturacak şekilde kurulmuştu. Pencerenin tam karşısındaki kapı da tıpkı pencere gibi tüm aksamıyla demirden yapılmış ve şeker pembesinin koyu kıvamlı rengine boyanmıştı. Kapının üst ortasından aşağı doğru, dışarıdan odanın içini gösteren dar bir cam şerit vardı. Bu cam şerit, kapının sinesinde uzunlamasına açılmış bir yara gibi duruyordu.
Duvarların sağırlığı odanın zeminine de sirayet etmiş; taş kaplı zeminin üstüne halı, kilim gibi bir yaygı serilmemişti. Zemini çıplak, duvarları sessiz, ince uzun odanın mefruşatı da fakirdi. Odada iki ranza; biri tek kişilik, diğeri iki kişilik iki elbise dolabı vardı. Pencerenin kanadı sağa doğru açıldığından ranzalar pencerenin solundaki duvara arka arkaya sıralanmış, aralarına da tek kişilik elbise dolabı girmişti. İki kişilik elbise dolabı ise karşı duvarda, pencereye yakın bir uzaklıkta duruyordu. Memur grisine boyalı bu eşyaların tamamı demir ve sacdan yapılmış, zemine çakılan demir çubuklara kaynak yapılarak sabitlenmişti. Yer yer paslanan elbise dolaplarının kapakları kapanmadığından her daim aralıktı. Eşyadan yoksun bu dolapların içinde koyu bir sessizlik hâkimdi. Metal soğukluğunun her yere sindiği bu odanın havasını bozan eşyalar da yok değildi. Bu eşyaların içinde göze ilk çarpan, ranzaların üstündeki yastıksız ve nevresimsiz süt mavisi yataklardı. Ağırladığı insanların kokusunu, terini içine çekmiş, zamanla süngeri eskimiş, kumaşı kirden yağlak olmuş bu yatakların üstüne aynı ebatta, kahverengi yün battaniyelerden birer tane bırakılmıştı. Odadaki en cılız hava akımı bile battaniyelerdeki küf kokusunu ve tozu hemen harekete geçiriyor, odanın havasını bayatlatıyordu. Odada bir tane de kollu plastik bahçe sandalyelerinden vardı. Diğer eşyalar gibi taş zemine mıhlanarak özgürlüğünden mahrum edilmemesine rağmen, bu sandalye her zaman iki kişilik elbise dolabıyla pencerenin arasında dururdu. Odaya konduğundan beri yerinin değiştiğine tanıklık eden olmamıştı. Pencereye bir karış uzaklıkta, pencerenin hemen altındaki beş dilimli radyatörle diz dizeydi. Üstüne oturmaktan süngeri incelmiş bir sandalye minderi ile bütünleşmişti. Yatılı misafirler için hazırlanmış pek çok odadan biri olmasına rağmen uzun süredir kullanılmayan bu odanın penceresinin aslında bir de müdavimi vardı.
Odanın müdavimi, kırklı yaşlarını yaşayan bir erkekti. Kırlaşmaya başlayan uzun saçı ve sakalı yüzüne İsa güzelliği vermişti. Dudağının üstüne dökülen bıyıkları tütün zifirinden kınalı bir renk almıştı. Her gün; sabah, öğle, akşam istisnasız aynı saatte odaya gelir ve kollu plastik sandalyeye otururdu. Yanında getirdiği sigara paketi, çakmak ve küllük üçlüsünü pencerenin denizliğine yan yana dizerdi. Bazen su bardağına konmuş demli bir çay bazen şekersiz bir neskafe bu üçlüye eşlik ederdi. Peşi peşine yakılan sigaraların ezilerek söndürülen izmaritleri, dibi kül bağlamış, yer yer sigara yanığı olmuş siyah melamin küllüğü doldururken o, kalın bir dumanın sislediği pencereden hayata bakardı. Göz eriminin bittiği yerde uçuk pembe bir duvar yükseliyordu. İki katlı ev yüksekliğindeki bu duvar, gözlerden esirgenen başka bir yaşamın örtüsüydü. Bir gün simalarına aşina olduğu iki adam, bu örtünün demir çıkmalarına – birbirlerine uladıkları çöp torbalarını kendi ekseninin ters istikametinde burarak yaptıkları – naylon bir ip bağladı. İp, duvar boyunca çizgi gibi uzandı. Ertesi gün çöp torbalarından yapılma bu ipe yeni yıkanmış çamaşırlar asıldı. Farklı bedenlerdeki, renk renk pantolon, gömlek; don ve atlet acemice ve düzensiz asıldığından hayat panayır yerine, duvarın önü de çamaşırhaneye döndü. Sonraki günlerde de bu uydurma ipin çamaşırı hiç eksik olmadı. Odanın müdavimi ise pencereden ne bu panayırı seyreder ne de duvarın arkasındaki yaşamı merak ederdi. O, yazar olmaya heves eder ancak ilk cümlesini bulamadığı için bir türlü yazamadığı romanını kurgular ama genellikle pencerenin önünden geçip sağa sola yürüyen insanları izlerdi. Her gün iyice aynılaşan bu insan grubunun içindeki bir adam dikkatini çekmişti. Genel geçer bir tipi olan bu adamın dikkatini çeken özelliği, yürürken ellerinin daima pantolon cebinde olmasıydı. Önce bunun bir tesadüf olduğunu düşündü. Sonra adamın ellerini göstermekten kaçındığına inanmaya başladı. Çünkü adamı ne zaman görse elleri hep cebinde oluyordu. Elleri görme isteği zamanla anlamsız bir histeriye dönüştü. Bu elleri mutlaka görecekti. Ama ne zaman, nasıl? Adam tek başına da yürüse, yanında biri de olsa elleri hep pantolonunun cebindeydi. Yürüyüşün hızlı ya da yavaş temposu da bu durumu değiştirmiyordu. Biriyle konuşurken de hâl böyleydi. Bir insan eliyle, koluyla hiç mi bir şey anlatmazdı? Bu adam anlatmıyordu işte. Elleri cebinde yürüyen adamı pencerenin izin verdiği kadarıyla günlerce takip etti. Ancak ne kadar uğraştıysa, ne kadar dikkat ettiyse de adamın ellerini göremedi. Kendini oyalamak için icat ettiği bu çocuksu oyunu oynamaktan zamanla sıkıldı, bir süre sonra da unuttu.
Bir sabah pencerenin önünden geçip sağa sola yürüyen aynılaşmış insanlar arasında bir eksiklik hissetti. Elleri cebinde yürüyen adam yoktu. Önce dudaklarından çizgi gibi bir gülümseme geçti. Sonra yüreğinden bütün vücuduna sıcak bir şey dalga dalga yayıldı. Peşinden son akşamı hatırladı: Sağa sola yürüyen bir grup insan yine pencerenin önünden geçiyordu. Elleri cebinde yürüyen adam da bu insan grubunun içindeydi. Neden sonra adam, diğer yürüyenlerin arasından ayrılmış, pencerenin tam karşısında durmuş, ellerini pantolon cebinden çıkardıktan sonra sol eliyle seksen küçük kareli güvenlik kafesini tutmuş, sağ elinin işaret parmağını soru işareti hâline getirip kafesin küçük karelerinden birinin içinden geçirerek sırtıyla camı tıklatmıştı. Adamın pencerenin diğer tarafında birdenbire dikilmesinden mi, yoksa iki elini birden gözüne sokar gibi gösterip unuttuğu oyununu hatırlatmasından mı bilinmez, tedirginlik ve şaşkınlığı bir arada yaşamış, birkaç saniye süren kaotik ruh hâlinin yerini merak duygusu kaplayınca yavaşça yerinden kalkmış, pencerenin denizliğine sıraladığı üçlüyü – pencerenin kanadı çarpıp düşürmesin diye – beş dilimli radyatörün üzerine koymuş, pirinç sürgünün çekme halkasını – kahverengi plastik tespihi yerinden ayırmadan – çekip pencereyi açmıştı. Karşısındaki adam, içindeki mutluluğu bastırarak mahcup bir ifadeyle tane tane, “Abi, ben yarın sabah Yusuf makamından ayrılıyorum. Sabah telaş olur, eksik kalır diye arkadaşlarla şimdiden helalleştim, bir sen kaldın. Benden yana hakkım helal olsun, sen de hakkını helal et. Allah sizleri de kurtarsın.” demişti. Bu sözler adamın dudaklarının kenarına hem sevinci hem kederi taşıyan bir çizgi çekmişti.
Elleri cebinde yürüyen adamı hayatta göremediği o sabah, gözleri, sağa sola yürüyen insanlardan ayrılıp pencerenin sürgüsüne asılı tespihe kaydı. Gözleriyle taneleri tek tek çekmeye başladı. Bir süre sonra tespih çekmeyi bıraktı. Yanında Refik Halit Karay’ın bir kitabını getirmişti. Henüz okumaya başlamadığı bu kitaptan fal bakmaya karar verdi. Rastgele bir sayfa açıp gözüne ilişen ilk yeri okudu:
“En genç yaşımızdan, ölümlü ve ölümsüz, çeşit çeşit ayrılıklara alışmaya başlarız. Anamızdan ayrılır, yatılı okullara gideriz; yurdumuzu bırakır uzak ellere düşeriz; ilk sevgililerimizden, bazen güvencemizden, bazen sağlığımızdan, daima bir şeylerden ayrılırız. Muhakkak bir şeye daima hasret hâlindeyiz.”
Bir cevap yazın