Her gün penceremin önündeki çiçeği suluyorum. Bu çiçeğin mazisini hatırladıkça onu daha çok sulamak istiyorum. Ona bakarak kahvemi içiyorum, kitap okuyorum, sevebileceğim filmleri izliyorum. Seninle ayrıldığımız bir an, baktım ki çiçeğim pencerenin önünde yoktu. O gün çok fazla rüzgâr esiyordu. Onun yok olmasını bu sebebe bağladım. Ancak ayrılmamızla onun yok olmasını bağdaştıracak kadar melankolik biri oldum birden. Birkaç gün boyunca pencereden, onun düşmüş olabileceği yeri hayal edip ağladım. Oysa tıpkı sana hissettiklerim gibiydi ona hissettiklerim. Bir anda vurulmuştum ikinize de. Senin bir farkın vardı. Zamanla hüzünle birleşen bir vurgunluğa dönmüştü sana karşı olan, artık sandık izlerine meydan okuyamayacak hislerim. Bir de dokunmak vardı. Sert, güçlü ellerine dokunmak, unutulmuş bir şeyin temsiliydi sanki. Israrla reddetmek istediğim bir şeylerin temsiliydi. Bilmeliydin ki, sen yanlış bir şey yapıyordun. Artık babasının yerini hiç kimsenin dolduramayacağı fikrini kanıksamaya başlayan, babasına âşık, her gece içten içe onun için ağıtlar yakan, onu unutmak için saçmalayan, ama unutmanın “öz benliğe” yapılmış bir hakaret olduğunun sonradan çok sonradan farkına varan, içinde “baba” olan her şeyden eşsiz hikâyeler çıkaran, onun boşluğunu annesiyle ya da kardeşiyle doldurmak isterken bunun yalan olduğunu, ona ait bir boşluğun doldurulamayacağını sindiren bir kızla, gözlerinin içine aşkla bakarak konuşup, ona “seni seviyorum” diyebiliyordun. Bu ne cüretti!
Toplumsal algıları aşmış, toplumun içinde topluma karşı direnen küçük bir aşktı bu. Bu küçüklüğü hep hissettim. Ben hep büyük düşünmek için çabalarken biz gittik o çiçeği aldık. Artık sakinleşmek isteyen ruhuma inat, coşkuyla akıyordun. Ben bu coşkuyu gördükçe şımarmıyordum. Bu, işin ilginç yanıydı benim için. Kendimi bir şey zannedip, duyduğum ya da gördüğüm ilişkilerdeki gibi aşkı kurallara boğamıyordum. Çok mücadele ediyordum içimde. “Nasıl diyordum, nasıl bu kadar özgüvenden yoksun bir cesareti olabilir?” Düşünmeyi çok seviyordum. İlk defa bu özelliğim, karşı çıkılamaz bir coşkuyla birleşmişti. Sen benim sakin ama dengesiz halime, ben de senin bazen yönlendirilemez coşkuna saygı duymalıydım.
Sonra, hep hesaplanmış, üzerine sayfalarca düşünülmüş ama denenmemiş bir şey yapıldı. Bunu kim yaptı, inan bazen hâlâ düşünüyorum. Bütün öznelerden yoksun-bizden bile- bir şey yapmıştı bunu. Belki de Alaaddin’in işidir bu bilmiyorum.
Tutkuya direnemeyecek bir arzu vardı karşımda, içimden en içimden akan, gelen ve illaki hissetmek isteyen… Anın güzelliği olsa bu, seni hiç kıskanmazdım. Anlar, her zaman yaşanabilirdi. Ama hissetmek, her dokunuşta, her bakışta, bütün bedenini muhteşem bir arzu nesnesi gibi hayal ederek, kıvrılmak istemek bütün esnekliğinle, tutkuya direnemeyen arzuya saygı duyarcasına… Bu arzuyu tanımlamak çok zordu. İçinde hep eksiklik vardı. Hiçbir zaman tam olamayacağını bile bile “tam” olmayı isteyen bir arzuydu bu. Okuduğu şeyleri sindirip, onları artık arzulayan bir arzuydu bu: üstelik senin arzunu da arzuluyordu. Çünkü yoğun ve derin yaşanan şeyler unutulmaz. Sadece onlar gittikten sonra ağıtlar yakılır, bunu biliyordum.
Gururla yüzüne bakmalıydım. Hep gözlerini görmeliydim. Hiçbir pişmanlık yaşamadığım gerçeğini sen de görmeliydin. Seni hissetmeliydim. Çünkü birbirimizi hissettikçe, durup düşünüp hissettikçe ya da o “parçalanamaz anın bütünlüğünde” biz, herkesten, her türlü gurur, kıyas ve toplumdan uzaklaştıkça birbirimizin içinde kaybolacaktık. En derin nefeslerle, sadece seni solumak isteyecektim. Gözlerimin içine bakarsan söylediğim bu şeylerden uzak hem de, atılan her çığlıkta gurur duymayacaktın. Zevkle bezenmiş bir saygıyı hissedecektin. Bunları sen de hissederek, bu arzuyu tamamlayacaktık. Ama bu sadece, bütün anların birleşmesinin sonucu bir andı. Rüzgara direnip ölmeyen günler, haftalar sonra ortaya çıkan çiçeğimin, eyvallahsız hareketini de bilip tekrar niçin bu çiçekle bir araya geldiğimizi düşünmekteydi erdemin gizi. Bunun için, bu erdemi görüp o çiçeği zevkle, coşkuyla aldığımız günü hayal etmek, olanlara dışardan bakan birisine ya da durup düşünüp biz de dışarıdan baktığımızda anlamsız gelebilir. Oysa ne önemi var, biz seninle anlamsız anlarda bile deliler gibi eğlenirken, hangi toplum, hangi rüzgâr, hangi aşkı yok sayan ahlaki unsurlar bize karşı koyar ve biz istemedikten sonra bu çiçek tekrar pencereden düşüp, bu sefer belki gerçekten tuzla buz olabilir.
Bir cevap yazın