“Uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır.”
Cesare Pavese
Dünyanın ıssız ve ölü, kimsesiz ve karanlık köşelerinde, medeni insanlar tarafından bilinmemesi gereken dehşetler gizlidir. En azından benim sürekli duyduğum şey buydu. Kendimi, doğanın müreffeh yerlerinde kamp ve yürüyüş yapmayı seven bir genç olarak tanımlayabilirim. Ancak diğer kampçıların aksine bu seyahatlerime pragmatik bir anlam yüklemek adına pek de adım atılmayan yerlere gidip, kendime bir şeyler katmak ya da hafızamdan hiçbir zaman silinmeyecek serüvenler yaşamayı tercih ediyordum. Bugüne kadar herhangi bir sorun ya da güvenliğimi tehlikeye atacak bir şey yaşamadım. Ama yine de kendimi, bir ay kadar önce yaşadığım, hatırlamaktan hoşlanmadığım ama her gece beni kâbuslarla, uyku felçleriyle ve tarif etmek istemediğim bir takım seslerle rahatsız eden o melûn ormandaki deneyimlerimi tasavvur etmekten alıkoyamıyorum. Yaşadığım hadiseler, belki kimilerine göre tuhaf spekülasyonlar ya da mantık ile açıklanabilecek türden birtakım paranoyalar olarak yorumlanabilir. Ama yine de beton gibi sinirleri olmayan kişilerin tüm bunları duyup da, ürpermeden duracağına pek ihtimal vermiyorum.
Bahsettiğim gibi, dünyanın bazı kısımlarında adı anılmayan kötülükler olduğu söylenir. Halkın dili yamandır, yalan ile gerçeği onların ağzından duyarken ayırt etmekte zorlanırsınız. Büyük ve yaşlı bir orman hakkında, kısa süre kalmak üzere uğradığım bir kasabada oldukça tuhaf söylentiler dolaşıyordu. Kimileri kasabanın bir hayli yakınındaki bu ormandan duydukları ürpertici seslerden yakınıyor, kimileri o nefret ve karanlığın hüküm sürdüğü lanetli ağaçların gerisinde, tanıdıkları insanların birer birer sırra kadem bastığından söz ediyordu. Kimileri o ormanın çok çok derinlerinde, insanlardan nefret eden ve onların kanıyla beslenen yaratıklar olduğundan, hatta bir kısmı onları gördüğünden bile bahsediyordu. Bazıları geceleri kıpırdayan çalılardan, bazıları sabah uyandıklarında ortadan kaybolan eşyalarından ya da hayvanlarından söz etmekteydi. Belki de dünyanın en meraklı ve bilinmeyene karşı kendini asla tutamayan insanı olarak bu söylentiler beni ne korkuttu ne de oradan uzaklaşma isteği doğurdu. Tam tersine, içimde oradan gitmek yerine biraz daha kalıp, şu dillere pelesenk olmuş ormanın sırlarını öğrenmek adına kurt kadar aç bir merak duygusu kabardı. Ancak bu söylentiler tek yönlü değildi. Bunların hepsini yalanlayanlar, halkı paranoya ile suçlayanlar ve tüm anlatılanların peri masalı, koca karı hikayesi olduğunu söyleyerek bir kenara itenler de vardı. Hatta ormanda kaybolan insanların, kasabanın en sarhoş ve ipsiz sapsız serserileri olduğu için oralarda bir yerlerde düşüp yığıldığını iddia edenler de vardı.
Nitekim söylenenler arasında, bunları yalanlayan ve saçmalık olduğunu ileri sürenlerin argümanları diğerlerinden daha rasyonel ve açıklanabilir şeylerdi. Karşıt görüşlülere ben de katılsam da, o ağaçları ve arkasında bekleyen sırları düşündükçe tüylerim diken diken oluyor, aptalca gülümsüyordum. Orada birkaç gece geçirmekle, diğer gezgin dostlarıma anlatacağım öyküleri düşünerek çocuksu bir gurura kapılıyordum. Zira bu orman, kasaba halkı tarafından lanetli, iblislerle ve ceset kokularıyla dolu, cehennemî birtakım söylentilerle mimlenmişti. Bu o ormanın ilginçliğini ben ve benim gibiler için arttırıyordu. Çünkü onlara “bakın” diyebilecektim, “hakkında birçok korkunç söylenti bulunan ormanda kaç gece kaldım, buna hanginiz cesaret edebilir?” Nereden bakılsa ahmakça denebilecek bu düşünce benim için reddedilmez bir hedef haline geldi ve yanımda yeterli malzeme, yani çadır, tulum, yiyecekler ve kamp eşyalarım bulunduğu için ormanda birkaç gece geçirmekten ve orası hakkında bir takım fikirler edinmekten zarar gelmeyeceğini düşündüm. Tehlikeli durumlar için yanımda taşıdığım keskin bir bıçak ve el baltası da mevcuttu. Herhangi bir hayvan saldırsa dahi kendimi koruyabilecektim.
Tüm eşyalarımı toparlayıp, pansiyon ücretimi ödedikten sonra, yaklaşan gecenin ve zemherinin acı verici soğuğu altında, o tekinsiz ağaçların berisine doğru yol aldım. Bir klişe olarak, oradaki insanların beni durdurmak istemesini ya da gitme diyeceklerini düşünmüştüm. Bunu yapmadılar, hatta kayıtsız, ancak belirgin bir tonda acıyan gözlerle bana baktılar, sanki… Sanki omuzlarda taşınan bir tabuta bakıyormuş gibi. Hiç tanımadıkları, ama yine de iki metrelik kapkara bir çukura gitmekte olan bir tabuta bakarken doğan kayıtsız keder. O gözlerde saklı bu tuhaf niteliği ve duruşlarındaki kasveti hiçbir zaman unutamayacağım. Nitekim şimdi bile gözlerimin önünden gitmiyor.
***
Ormanın içine dalar dalmaz burnumdan ve ağzımdan teneffüs ettiğim hava değişti. Tıpkı anlatılan öykülerdeki gibi bir tekinsizlik vardı bu havada. Bir şekilde açıklayamıyordum ama kasabanın içinde, pansiyondaki odamda otururken içinde bulunduğum soğukkanlılık daha ilk adımımda beni terk etmişti. Sanki yeryüzünün bir parçasında değil de, milyonlarca kilometre uzaklarda, yıldızların bile bulunmadığı sonsuz bir boşluğun ortasında yapayalnızdım. Burada bana yardım eden olamazdı, sesimi duyan olamazdı, arayıp ulaşabileceğim biri de olamazdı. Mutlak yalnızlığın en yüksek haddiyle karşı karşıyaydım. Yine de kendimi toparlamam ve dikkatimi vermem çok uzun sürmedi. Yavaş adımlar ile sık ve geniş gövdeli ağaçların arasındaki engebeli patikada -ki buna patika bile denemezdi- yürüyor ve çevremi kolaçan ediyordum. Arkama baktığımda geldiğim yolun ya da kasaba halkına ait herhangi bir medeniyet izinin çoktan yok olup gittiğini gördüm. Yanımda pusulam vardı ve kaybolma ihtimalim üzerinde çok durmuyordum ancak yine de tedbiri elden bırakmamak adına geldiğim yola ufak tefek işaretler bırakıyordum.
Çevremdeki ağaçların tepelerinden muhtelif sesler duyuluyordu ama bunların hangi canlılara ait olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Gecenin çökmesi çok uzun sürmedi, birden fazla fenerim ve yedek pillerim vardı, bu yüzden karanlıkta kalma ihtimalimden çekinmiyordum, ama bu olasılığın gerçekleşme düşüncesi bile beni delilik ile mantık arasında raks ettiriyordu. Gökyüzüne baktığımda ağaçların yıldızları ve dolunayı kapatacak kadar yoğun olmadığını gördüm. Yüksek ve asırlık ağaçların arasında göz kırpıştıran yıldızlar, akla hayale sığmaz bir sonsuz maviliğin içinde bana bakıyorlardı. Yıldızları insansız bölgelerde pasparlak görmüşlüğüm çok oldu ama bu sefer ki başkaydı. O yıldızlar hiç olmadığı kadar azametli ve büyülü görünüyorlardı. Hiçbir makinenin ya da insan zihninin algılayamayacağı kadar fazlaydılar ve sanki… Sanki bana bakıp halime acıyor ve benim için ağıt yakıyor gibiydiler. Yine de bu boşluğun ortasında hissettiğim tarifsiz yalnızlığıma ortak oldukları için bir nebze rahatlık doğmuştu içimde. Dolunay, milyarlarca parlak noktanın ortasında bir haleyle çevrilmiş, yaprakları, dalları, balta girmemiş bu asırlık ormanı aydınlatıyordu.
Yaşlı ormanın burnumdan bir türlü kovmayı başaramadığım felaket kokusu ve zihnimdeki diken gibi rahatsız edici düşünceler beni sürekli bir korkunun pençesinde bırakıyordu. Ama… Ama en kötüsü bu değildi. Son yarım saattir hissettiğim ve beni gerim gerim geren o his diğer her şeyin üstünde, başka bir musibetin emarelerini taşıyordu. Birisi ya da bir şey beni izliyor, beni takip ediyordu. Yavaş adımlarımdan tek bir çıtırtı bile çıkarmamaya çalışıyordum ancak arkamda, kapkara ağaçların gerisinde bazı sesler duyuyordum. Başlarda aldırmamıştım çünkü bir ormanın içindeydim ve birçok canlının yaşam alanını işgal ediyordum. Hiçbir canlılığın izi olmasaydı bu çok daha tuhaf olurdu. Ama bu şey başkaydı. Peşimi bir türlü bırakmıyordu, ensemde korkunç kokular saçan bir nefesin varlığını duyumsuyordum. Bir ara hiç durmadan koşup, beni her ne takip ediyorsa ona izimi kaybettirmeye çalıştım. Bunu yaptıktan sonra sesler kesilse de bir süre sonra tekrar yakınlaştı. Bâtıl ve insanlık dışı bir gücün varlığını hissetmek değildi bu yalnızca, cismani bir tehdidin adım adım yaklaşan şerrini işitmek, onunla aramda pek az bir mesafe olduğunun bilincinde olmaktı ve bu, beni çıldırtmak için tasarımlanmış bir oyun değildi.
Acaba ben mi kafamda kuruyorum bu tür sesleri, diye düşündüm. Zira kasabada anlatılan şeylerden epey etkilenmiştim ve buraya adım attığımdan beri zihnimden silinmiyordu hiçbiri. O hikayelerin bende uyandırdığı paranoyalar mıydı bunlar? Birçok şekilde açıklama getirilebilirdi ama bunların hiçbiri beni rahatlatmıyordu. O boşluğun, o nihayetsiz karanlığın tam ortasında yaşadığım çaresizlik hissini sanırım okyanusun ortasında tek başıma kalsam bile hissetmezdim. O şey peşimi bırakmadı. İşittiğim sesleri duymazdan gelemiyordum artık, çünkü epey yakından geliyordu. Sonra korkmanın ecele faydası yok düşüncesine sarılarak olduğum yerde durdum ve etraftan çalı çırpı toplayarak bir ateş yakmaya karar verdim. Medeniyetin ve varoluşun ilk simgesi, benim burada olduğumu, en güçlünün ve doğanın efendisinin ben olduğumu karanlıktaki menfur şeylere ikaz edecekti. Ateş yakabilen kişiydim ben, dolayısıyla buradaki her canlıdan üstündüm. Bir ultimatomdu bu. Yirmi dakikalık bir çabayla ateşimi magnezyum çubuğumla yakmayı başardım ve çevreden bulduğum kalın odunlarla bir rüzgarlık bile yaptım. Beni sabaha kadar tutacak miktarda odun ve çalı çırpı depoladım ve ateşin başına çadırımı kurmaya koyuldum. Ne kadar zamandır bu hiçliğin ortasında olduğumu bilmiyordum ama karnımdan feci sesler geliyordu. Açlıktan bayılacak gibiydim, bu yüzden çantamdan bulduğum ilk öteberi parçalarını kemirmeye başladım. Açlığımı sona erdirdikten sonra ateşin ortasındaki parlaklığa gözlerim dalıverdi.
Ama beni bu aptalca dalgınlıktan uyandıran şey, yaşadığım dehşetin daha ilk izleriydi. Yakınımdaki ağaçların arkalarından fısıltı benzeri sesler duymaya başladım. Beni yerimden sıçratmaya ve kulak kabartmama yetmişti. Bıçağım elimde sıkı sıkı duruyordu ama onun bile beni koruyabileceğinden şüpheliydim. O anda aklıma çılgınca bir fikir geldi, işe yarayacağından emin değildim ama denemekten başka çarem olmadığını düşündüm. Ayağa kalktım bir elimde ucunu yaktığım bir sopa, diğer elimde bıçağım, seslerin geldiği yöne doğru düşmanca, keskin bir çığlık attım. Bunun nedeni: o ağaçların arkasındaki her ne var ise onu korkutup kaçırmaktı. Bir tehdit unsuru olduğumu ona hissettirmekti. Bunda ne kadar başarılı olduğumu bilmiyorum ama pek yakından koşma sesine benzer adımlar duydum, sanki uzaklaşıyordu, hayır… Uzaklaşıyorlardı. Bu şeylerin sayısı fazlaydı belli ki, bu düşüncenin beynimde belirmesiyle çadırıma girmem bir oldu.
***
Hatırımda kaldığı kadarıyla gece vakti saat üç otuz sularıydı. Tek bir dakika bile uyuyabilmiş değildim. Zaten bu nasıl mümkün olacaktı ki? Dışarıda, karanlığın içinde bir yerlerde beni her saniye izleyen isimsiz dehşetler saklıydı. Evet, o sesleri tekrar duymaya başlamıştım. Uzaktılar ancak ateşin ölümü yaklaştıkça sanki onlar da yaklaşıyorlardı. Dışarı çıkıp ateşi beslemek için yeteri kadar cesareti bir türlü bulamadım. Üstelik kendini cesur ve soğukkanlı olarak tanıyan birisi olarak! Ama orada değildiniz. O yalnızlığın ve tükenmişliğin hissini tahmin bile edemezsiniz, nitekim etmenizi de istemem. Çünkü işittiğim sesler artık yalnızca adım ve fısıltı sesleri değildi. Çok ince bir frekansta, kulakları sağır edecek kadar rahatsız edici ciyaklamalar duyuyordum. Genç yaşımda, hayatımın o kısmına kadar tanıdığım ve bildiğim hiçbir hayvanın böyle bir sesi yoktu. Hatta… Olması da mümkün değildi.
Çünkü bu ciyaklamalar hiçbir ses telinden çıkabilecek türden değildi. Dehşet vericiydi, tüyler ürperticiydi, imkansızdı… Daha da yaklaştılar, çadırımın içinde sinmiş beklerken her yönümden onları duyuyordum. Kasaba halkının buradaki iblislerden ve cehennemî varlıklardan söz edişini hatırladım. Böyle bir gerçekliğin ortasında, o türden bir deliliği yaşayacağımı hiçbir zaman tahmin edemezdim. Beni asıl sarsan şey, adımlarının tuhaflığıydı. Sanki… Çadırımın etrafında daireler çizip dans ediyorlardı. Bu çember daraldıkça sesleri yükseldi, ciyaklamalar insanı delirtecek kadar yüksek sesle homurdanmaya başladı. Ben de çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum ama tek yaptığım cenin pozisyonunda kapanıp kulaklarımı sıkı sıkı kapatmak oldu. “Beni rahat bırakın!” Diye bağırmak istiyordum ama ne bunu yapacak gücüm vardı ne de cesaretim. O gece, o çılgınlığın ve insanlık dışı ciyaklamaların ortasında hayatımda ilk kez bayıldım. Bunun nasıl vuku bulduğunu hala net şekilde hatırlamıyorum.
Ayıldığımda ciyaklamalar kesilmişti ama hava halâ karanlıktı. Saatime baktığımda dört buçuk olduğunu gördüm. Bu kabul edilebilir bir gerçeklik değildi. Yaşadıklarım üzerinden sadece bir saat mi geçmişti? Ancak her saniye, her dakika bana yüzyıllar gibi geliyordu. Hatta uzak bir geçmişin, bir kâbusun barbarca anılarının parçasıymış gibi. Beni arza bağlayan, gerçeklik hissi oldu. Oradaydım, halâ o iğrenç ormanın bilinmeyen derinliklerinde, hiç kimsenin beni bulamayacağı bir boşluğun ortasındaydım. On beş dakika kendime gelmeye çalıştıktan sonra fermuarı indirdim ve kafamı büyük bir cesaretle dışarı doğru uzattım. Fenerim zifiri karanlığı aydınlatırken, ateşimin yalnızca közlerinin kalmış olduğunu gördüm. Taştan çemberimin içindeki son közler can çekişmekte ve artan karanlığın içinde cılız bir rüzgarın son nefesiyle alazlanmaktaydı. Fenerimi yerlere, donmuş toprak zemine tuttum, hiçbir ayak izi görünmüyordu ya da ben görmüyorum. Çünkü o seslerin sahiplerinin ne tür ayak izlerine sahip olacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Pamuk ipliğine bağlı son cesaretimle dışarı çıktım ve ateşimi besledim. Benim için bir kurtuluş, bir hayat belirtisiydi ateş. Ya da sadece kendimi kandırıyordum.
Etrafıma göz attığımda gerçek manâda bir anormallik göremiyordum. Bir saat kadar önce yaşadıklarımı hatırladığımda, “acaba deliriyor muyum?” Diye düşünmeye başladım. Üstelik aklına ve mantığına sonsuz güven duyan biri olarak. Ama beni bu düşünceden kurtaran şey “keşke delirmiş olsaydım.” Hissini uyandırmaya yetti, zira uzaklardan yine bir takım sesler gelmeye başlamıştı. Benzer sesler miydi emin değilim çünkü bu kez uzaktan geliyordu. Bıçağım ve baltam kınında dururken ruhumdaki son cesaret kırıntısını da kullanıp o seslere doğru gitmem gerektiğine karar verdim. Çünkü aptal bir kasaba halkının, yine aptalca olan koca karı masallarından korkacak kadar zavallı bir kişi olamazdım. Öğrenmek istediğim şey benim mi yoksa kasabalının mı deliliğini tasdikleyecekti? Hiçbir fikrim yoktu, çünkü hala kanımda deliler gibi akan bilinmeyene merak duygusu yenilgi nedir bilmiyordu. Hazırlıklarımı yapıp o kara boşluğa doğru yürümeye başladım. Ağaçların tepelerinden, çadırımın gerisinden, kapkara çalılıkların içlerinden hala beni izleyen bir şeylerin olduğu hissini bastıramıyordum. Bir şeyler… Bir musibet halâ peşimdeydi.
***
Kayda değer bir süre boyunca, ateşimin soluk noktası bile görüş açımdan çıkana dek yürüdüm. Artık geri dönsem ne tarafa doğru gideceğimi dahi unutmuştum ama bu beni yürümekten alıkoymadı çünkü sesler yükselmeye devam ederken ileride, yaşlı ağaçların biraz ötesinde bir ışık noktası ve belli belirsiz karaltılar seçiliyordu. Yürüyen, koşan, zıplayan karaltılar… Dünyada aklını kullanan hiç kimse böyle bir atmosferin içinde, böyle bir manzaraya doğru gitmek istemez. Ama ben bunu yaparken kendi mantığımı mı kullandım, yoksa o bölgeden yayılan gölgeli bir güç tarafından mı çekildim bilmiyorum. İkincisine biraz daha fazla ihtimal veriyorum. Ağaçlar yaklaştıkça daha da sıklaşıyor ve suretleri insanın kalbini yerinden oynatacak kadar şer dolmaya başlıyordu.
Peşimdeki dehşeti bu kez hissetmiyordum. O ışık hüzmesi ve karaltılar yaklaştıkça, içimde adını bile anmak istemeyeceğim sayısız kuruntular ve iğrenç tarifler gelip geçiyordu. Giderek yükselen ritimsiz tamtamlar, derinlerden fışkıran davul sesleri aklıma vurulan hain darbeler gibiydi. Kendi varoluşumu dahi unutmak üzereyken, ağaçların sıklığı yavaş yavaş kesildi ve sonunda hiç ağacın ya da başka bir şeyin bulunmadığı bir vadi belirdi. Bu açıklığın ortasında gördüğüm şeyler beni tüm bunları yazmaya iten ateşleyici güç oldu. Nitekim orada gördüklerimi nasıl kanıtlarım, hatta benim bir deli olmadığımı bile nasıl ispat ederim bilmiyorum. Ama gerçekti, en az orada kulaklarımı kızartan dondurucu soğuk kadar, soluduğumda buharlar çıkaran nefesim kadar ve tepemde göz kırpan milyonlarca yıldız kadar gerçekti gördüklerim. Heyhat! Bir kameram ya da fotoğraf makinem olsaydı! Tüm bunları ifşa edebilirdim belki, ama orada gördüklerim yalnızca benim zihnimde sonsuz kere tekrar eden bir anıdan ibaret kalacak.
O ıssız, kapkaranlık, cehennemi andıran, alçalan kızıllığın altında, ağaçların ortasındaki açıklıkta, büyük bir ateş yanıyordu. Benim medeniyetin sembolü sandığım ateş! Ama kanımın çekilmesini sağlayan şey etrafında çılgınca dönüp, dans edip, hayvanlar gibi avaz avaz bağırıp çağırarak zıplayan kalabalık oldu. Hepsi çırılçıplak ve tenleri ölümün soğuk griliğiyle lanetlenmiş gibi ateşin etrafında dönüyorlardı. Davullara kötücül bir tempoyla, hadsiz tamtamlarla vuruyorlardı. Sesleri dehşet vericiydi, tarif edilemezdi, ama yine de anlamsız değildi. Çünkü bir şeyler söylüyorlardı. Ben anlayamıyordum ama o iğrenç ağızlarından fışkıran şeyin bir dil olduğuna emindim. Unutulmuş, bilinmeyen, lanetli, tanrıtanımaz ve soysuz bir dildi bu. Bu korkunç insanlar ateşin etrafında o tuhaf dille, bir şeyi tekrar tekrar söylüyor ve her tekrarlarında biraz daha yüksek sesle bağırıyorlardı. Sadece sesleri bile insanı delirtmeye yetecekken, beni oracıkta yerime çivi gibi mıhlayan bir şey oldu. Bu garip kült, ateş dansını yaparlarken, etraftaki ağaçların gölgelerle dolu berisinden bir şeyler yaklaşıyordu. Adımları ağır ve paytaktı, ama gölgelerin içinde ne olduklarını seçemiyordum.
Dans edip zıplayan, daireler çizen bu çılgınların o iğrenç bağırışları yükseldikçe, etraftaki yaratıkların daha da yaklaştıklarını gördüm. O anda beni neredeyse bayıltacak olan kuşku zihnime bir giyotin gibi inmişti. Bir ritüelin, kafir bir ayinin ortasında mıydım? Bu düşünce beni olduğum yerde titretmişti, soğuktan değil, dehşetten. Zira bütün vücudum terlemişti. Kalabalığın ilahi diyebileceğim o tuhaf müzikal sesleri korkunç bir tona vardığında artık yaratıklar hemen etraflarındaydı, Ouroboros yılanını andıran ezeli ve ebedi bir çember şeklinde. Gözlerim beni yanıltmadıysa gördüğüm şeylerin boyları iki metreye yakındı. Vücutlarında herhangi bir giysi ya da paçavra yoktu ancak gepgergin ve vıcık vıcık bir sıvıyla kaplanmış koyu yeşil derileri vardı. Ama en korkunç kısım başlarında gizliydi. İki adet büyük kavisli boynuzun altında, simsiyah noktayı andıran gözler ve kocaman… Koskocaman bir ağız. Zehirli bir sıvıyla ve kurtçuklarla dolu çene, sayısız iğne gibi dişler, benim olduğum konumdan bile seçilebiliyordu. Eğer kanıtlayabilecek tek bir verim olsa, ormanın içine girdiğimden beri aldığım o berbat kokunun bu ağızlardan çıktığına yemin edebilirdim. Kalabalığın çığlığı tam da bu çember oluşmuşken kesildi. Tamtamlar birden bire sustu. Benim oradan kaçmamı, arkama bile bakmadan, körler gibi koşmamı sağlayan şey işte o zaman gerçekleşti. O yaratıklar, benim olduğum yöne doğru haince bakmaya başladılar. Sanki gözlerimin en derinine, ruhumun en ücra köşelerine bakıyorlardı. Bir tanesi o koskocaman ağzını açarak vıcık vıcık bedeniyle yerinde kıpırdandı ve sağır edici bir çığlık attı. Ağzının kıvrımlarından ne olduğunu bilmek bile istemediğim yemyeşil sıvılar akıyordu. Bu ses insanların icat ettiği hiçbir dille tarif edilemez, ama kulaklarda belli belirsiz duyulan bir tınısı bile sizi delilik nöbetlerine sokmak için yeter de artardı bile.
İşte o anda dünyadaki hiçbir şeyi düşünmeden arkamı dönüp koşmaya başladım. Çadırımın olduğu yöne gidip gitmemem önemsizdi, çünkü hiçbir şeyi almak için dönecek değildim. Durmadan deliler gibi koştum. Bedenim yorgunluktan düşüp bayılıncaya kadar koştum, açlıktan, korkudan, dehşetten ve sağda solda giysilerimi yırtıp derimi bir jilet gibi yaran dikenlerden bitap düşene dek koştum. Orada, o melún yerde, iğrenç yaratığın ağzından çıkan çığlık… Çadırımın etrafında duyduğum ciyaklamalarla tıpatıp aynıydı. Ayaklarımın altındaki toprağı çoktan unutmuştum. Derimde kımıl kımıl titreşen diken yaralarından ığıl ığıl kanlar sızıyordu. Ama onu bile fark etmem çok uzun sürmüştü. Beni kendime getiren şey bir bariyere çarpıp yüz üstü yere düşmek oldu. Bir mucize miydi, yoksa aciz varlığımın son şans kırıntısı mıydı bilmiyorum. Bir otobana çıkmıştım, yani insanların geçme ihtimalinin bulunduğu bir yere… O sabah ne kadar yürüdüğümü ve ne kadar fiziksel acı çektiğimi hatırlamıyorum, ancak bir araba beni bulup kenara çekene dek, peşimde beni izleyen şeylerin, o delici, simsiyah gözleriyle bana bakan isimsiz varlıkların hissi hiç yok olmadı. Bu yaşadıklarımı anlatırken dahi büyük bir dehşet duyuyorum ve bilinmesini istiyorum ki, o ormanda ne gibi bir vahşetin, nasıl bir şeytanlığın yattığını hala tahmin edemiyorum ve oraya hiç kimsenin, hiçbir akıl sahibi insanın gitmemesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü başta belirttiğim gibi, dünyanın karanlık köşelerinde aslında bilinmemesi gereken, iğrenç inlerinde, alçak seslerle ciyaklayan ve kendi keşiflerini yapanlara ise tarifsiz acılar çektirmek için bekleyen soysuz şeyler gizlidir. Sözlerimi artık bitiriyorum, zira ben mezara girene dek bir daha o ormandan asla bahsetmeyeceğim.
Bir cevap yazın