“Kalk kızım, bak sana pijama getirdim, en sevdiğin renk, kırmızı.”
Sema, bir an annesiyle göz göze gelerek elindeki pijamaya baktı, oturduğu yerden fişek gibi fırlayarak, kırmızı sateni kaptı, buruşturdu, bir yandan da ağzıyla koparmaya çalıştı. Annesi ne olduğunu şaşırmıştı. Bir o yana bir bu yana koşuşturuyor, saten pijamayı oradan oraya savuruyor, yırtmak istiyor ama başaramıyordu, deliye dönmüştü adeta, sağa sola dönüyor, başını oradan oraya savuruyor, gözlerinden ateşler fışkırıyordu.
“Teyzeciğim, size kırmızı bir şey getirmeyin demedi mi doktor, unuttunuz mu?”
“Ama hemşire hanım, o kırmızıyı çok severdi.”
Hemşire, bir Sema’ya bir annesine bakıyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı, bir yandan da Sema’ya sakin olmasını söylüyordu. Oturduğu yerde sallanıp duruyor, kollarını göğsüne bağlamış, karşıda sabit bir noktaya bakıyor, gözlerinin önünden kırmızı pijamanın hayali gitmiyordu. Hastabakıcı Sami, hemşire Nilüfer’le göz göze gelince başıyla işaret etti.
“Ne oldu buna , yine sallanmaya başlamış?”
“Aman boş ver her zaman ki hali.”
“Haydi, kalkın, odalara, bu kadar hava yeter size!” diye bağırıyor. Elleriyle de ‘kalkın’ işareti yapıyordu.
Bahçedeki kalabalık biraz hareketlendi, teker teker içeri girmeye başladılar. Hastabakıcılar kimilerine yardım ediyor, tekerlekli sandalyede olanları itiyor, yürüyebilenleri kollarından tutuyordu. Sema oturduğu koltukta daha hızlı sallanmaya başladı. Hemşire, eliyle işaret etti;
“Haydi, Sema, kalk odana geç, bahçe faslı bitti.” Ama Sema duymamış, hızla sallanmaya devam ediyordu. Diğer hastalarla ilgilenirken, o yana doğru kızgın bir bakışla ve yüksek sesle “Sema!” diye bağırdı. Sema korkarak kalkmaya çalıştı. Sami kolundan tuttu yürüdüler.
O gün annesi gelecekti, kliniğe yatışının on beşinci günüydü. “Geldiğinden beri hiç sesi çıkmadı, kimseyle konuşmuyor, koltuğunda oturuyor, sürekli sallanıyor”. Annesinin hemşireden aldığı bilgi buydu. Haftanın son günü, ne güzel bir gündü, annesi ona kırmızı saten bir pijama almıştı. Pazara çıkacağını söylemiş, onun da gelmesi için ısrar etmişti. Gitmemiş, evde ders çalışacağını söylemiş, bir yandan müzik dinliyor, bir yandan da ders çalışıyordu. Bir ara kanepeye uzandı, içi geçmiş olmalı, rüya bile görüyordu. Kapının sesi ile uyandı. Amcası gelmiş annesini sormuştu, kırmızı pijamasını çok beğendiğini söylemişti. Buyur demeden içeri girmiş, kanepeye kendini atmıştı, bacaklarını açarak oturmuş, pis bir gülümseyiş dudaklarına kurulmuştu. Elleriyle erkekliğini avuçluyordu. Bu amcasını hiç sevmezdi, pis bakışlı, yılışık, koca burunlu, çirkin bir adamdı. Bekârdı, işsiz güçsüz bir herif, annesinin tabiriyle “ Bir baltaya sap olamamış bir asalak.”
“Pijamanda pek güzelmiş kız. Gelsene bir bakayım, parlak bir şey, o ne, kaygan bir kumaş galiba.
“Evet, amca annem almış, saten kumaş, derken sesi titriyordu.”
“Gel kız bir bakayım, nasıl kayıyor, dokunayım da anlayayım.”
Sema, yavaş yavaş amcasına doğru yürüdü, amcası deli deli bakıyordu, pijamaya elini uzatarak ellerini kaydırdı, memelerini avuçladı sıktı, canı çok acımıştı, birden ağzını kapatarak bedenini bacaklarının arasına sıkıştırdı. Bağırmak istiyordu ama sesi çıkmıyordu. Kalçalarının altında adamı hissetti çok korktu, kıvrandı durdu, adam bir eliyle pijamasının altını çıkarmaya çalıştı, sağa sola kıvranıyordu ama kurtulmayı başaramadı. Korkuyla acı iç içeydi. Dünya dönmeye başlamış, acıdan gözlerinden yaş gelmişti. Ne günah işlemişti ki bu hal onun başına gelmişti. Hiçbir şey düşünemiyordu, namusu, namusu kirlenmiş, bekâreti bozulmuştu. Annesi onu, kanepenin önünde parçalanmış pijaması, lal dili, deli gözleriyle balkona bakarken bulmuştu.
Sami ve arkadaşı Sema’nın elinden kırmızı pijamayı zorla aldılar, deli gömleğini giydirip, hücreye itiverdiler. O hala “Pijamam, kırmızı pijamam!” diye bağırıyor, çığlıkları göğün sonsuzluğuna bile sığmıyordu.
Bir cevap yazın