Ben önce binmiştim, o ardımdan gelmişti. Dışarıda sağanak halinde yağmur yağıyordu. Islanmasın diye ses etmedim. Taksici de razı olunca yola koyulduk. Gideceği yer benimkiyle aynı güzergâhtaymış, ne tesadüf! Acelesi varmış gibi kelimeleri ezerek konuştuğundan söylediklerini anlamakta zorlanıyordum. Zaten araya giren öksürük nöbetleri de sözlerinin sık sık kesilmesine neden oluyordu. Arada bir kafasını uzatıp taksi metrenin ne kadar yazdığına bakıyor, sonra konuşmaya devam ediyordu. “Neyiniz var?” diye sorduğumda, yaşlı kırışık suratı iyice alıklaşmış, boş gözlerle bana bakmıştı. Nihayet anlamıştı neyi kast ettiğimi. “Nefesi peşin alıyorum, verirken taksitle veriyorum” dedi. Şaka yapıyor zannettim, devam etti. “Islık gibi bir ses çıkıyor benden, evdekiler rahatsız oluyormuş bu durumdan. Ne yaparsın bu zamanın evlatları böyle işte! Onlar demese doktora falan gideceğim yoktu ya, gitmez olaydım! İki ay süründüm hastanelerde. Tenis topu gibi çevirip durdular beni…” Devam edecekti ki araya öksürük krizi girdi. Taksiciyle göz göze gelmiştik Sanırım ikimiz de aynı şeyden korkuyorduk, bura- da ölüp kalmasından. Pardösüsünün cebinden çıkardığı beyaz mendilini ağzına tuttu. Katlayıp tekrar cebine koymadan önce pas rengi koyu balgamını görmüştüm. Midem ağzıma gelmişti. Doktor doktor dolaşmış bir süre. En sonunda onkoloji bölümüne gitmesi- ni telkin etmişler. O sırada tekrar eğilip taksimetreye baktı. Daha fazla bekleyemedim,” ne oldu peki?” diye araya girdim. “Gitmedim ki” dedi. O kadar rahat söylemişti ki dışarıdan bakan biri basit bir soğuk algınlığından bahsettiğimizi sanabilirdi. Kendini tuhaf, handiyse gerçek üstü bir şekilde savunuyordu.
“Kapalı bir kutu açılırsa kötü olur evlat, böyle iyiyim ben!” Erken teşhisin faydalarından bahsetsem de bana mısın demedi. “Ne kadar giderse artık, böyle iyiyim!” diye yineledi. Araya bir öksürük nöbeti daha girmişti. Ben ve taksici bundan bolca nasibimizi almıştık. Havaya saçılan her zerreyi isteme- sek de içimize çekiyorduk. “Şu ışıklardan önce ineyim evlat!” dedi, taksimetreye son kez göz atarak. Orada yazan rakamı kendi lehine ustaca yuvarlamış, sonra ikiye bölmüş, ona düşen miktarın biraz eksiğini elime tutuşturmuştu. E buna da şükür diyerek para- yı aldım.” Sağlıcakla kalın!” dedi çıkarken. Taksici bir “oh” çekip gaza bastı. Biz ileri doğru fırlarken ihtiyar da gerisin geri uzaklaşmıştı. Çok değil bir sonraki kavşakta ben de inecektim. Parayı hazırlarken yaşlı adamın az önce oturduğu koltukta bir şey dikkatimi çekti. İkiye katlanmış, beyaz bir kâğıt parçasıydı gördüğüm. Taksiden indiğimde cebimden çıkarıp incelemeye başladım. Şans oyunu kuponuymuş, mendilini çıkarırken düşürmüş olmalıydı. Kuponu hemen sahiplenmiştim, “eksik verdiğin paraya say bunu” dedim. Üstüme tatlı bir heyecan sinmişti. Öyle ya, akşama kadar zengin olma hayali kurup bu farazi dünyamda dilediğimce yaşa yabilirdim. O gün boyunca kuponu düşünmediğim bir an bile olmadı. Çok kere şans oyunu oynamıştım ama bu seferki farklıydı. Aklımda hep bu düşünce vardı. O altı rakamı bilme ihtimalim çok düşüktü, bunu biliyordum. “Peki!” diyordum, “bu doğru ama tanımadığınız bir ihtiyarla aynı taksiye binip düşürdüğü kuponu bulma ihtimali ne kadar?” İşte o vakit kalbim hızla çarpmaya başlıyor, yüzüm heyecandan yanıyor, karnıma inceden bir sızı giriyordu. Akşam olmuştu, aceleyle evde bir şeyler atıştırdım. Saatime baktım, daha vardı. Vakit yaklaştıkça heyecan nöbetleri daha sık yoklamaya başlamıştı. Gıcır gıcır arabalar, lüks evler, pahalı markalar bir bir gözümün önünden geçiyor, ben kendimi beş yıldızlı otellerde filmlerden fırlamış gibi duran kadınlarla hayal ediyordum. En iyisi televizyon izlemek diye düşündüm. Kafam biraz olsun dağılır, vakit su gibi geçerdi. Kanepenin üzerinde uyuyup kalmışım. Uyandığımda hemen saatime baktım. Telefonumdan internete girip şans oyunu sonuçla- rını gösteren sayfayı çabucak açtım. Bakmaya cesaret edemiyordum. Kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyor, kafamın etrafı sıcak buharla çevrili gibi yanıyordu. Sehpanın üzerinde duran bile- ti aldım. Rakamları karşılaştırınca gözlerime inanamadım! İşte, hepsi tutuyordu! Kendimden şüpheye düştüm. Tekrar tekrar kont- rol ettim. Telefondan kupona, kupondan telefona yeniden baktım. Altı, sekiz, on bir, otuz, otuz dört, kırk bir; ne muhteşem rakamlardı! Allah’ım, olmuştu işte! Altı bilen bir kişi, kazandığı miktar…Kaç kez okudum bunları bilseniz. O ihtiyara defalarca “teşekkürler!” diye bağırdım. Karşımdaymış gibi önünde eğildim. Ondan tiksindiğim için Tanrıdan af diledim. “Tamam!” dedim,” paramın bir kısmıyla onun gönlünü ederim.” Böylece rahatlamıştım. Talihimi gücendirmemek için taklalar attım, yerde yuvarlandım, kanepenin üzerinde zıpladım. Böyle sevinmek gerekirdi. Zengin, şaşaalı hayatıma giriş biletim sehpanın üzerinde duruyordu. Onla bir süre bakıştıktan sonra sabah yapmam gerekenleri düşünmeye başladım. “Nereye başvurmalıyım? Kiminle görüşmeliyim” gibi sorulara cevap arı- yordum. Bu arada ne yaparsam yapayım gözlerimi ondan alamıyordum. “Böyle açıkta bırakmamalıyım!” diye düşündüm. Üzerine bir şey dökülebilir, rüzgâr uçurabilir, bir fare tarafından afiyetle yene- bilirdi. Bunlar olmayacaklar şeyler değildi. O halde onu kapalı bir yerde saklamalıydım. Cebime koyup beklemeye başladım. Arada bir elimle yokluyor, bazen de emin olmak için çıkarıp bakıyordum. İçimdeki heyecan bir türlü yatışmıyordu. Odanın içinde turlamaya başladım. Bir an önce sabah olsun istiyordum fakat zaman geçmek bilmiyordu. Elime cebime daldırıp tekrar kuponuma baktığımda beynimden vurulmuşa döndüm. Ne ara böyle yıpranmıştı! Köşeleri içe doğru kıvrılmış, gözüme bir hayli eski gözükmüştü. “Onu cebimde taşımamalıyım!” diye düşündüm. Bir çözüm arıyordum, kuponumu sabaha kadar güvende tutabileceğim bir çözüm. Sonunda bulmuştum. Yan odadan kalınca bir kitap aldım, tam orta- sına bileti düzgün bir şekilde yayıp sehpanın üzerine koydum. Uzun bir süre direnmiştim ama daha fazla tutamazdım. Hızlıca tuvalete gidip geldim. Kontrol etmiştim, kuponum yerinde duru- yordu. Pencerelerin kapalı, kapının kilitli olduğundan emin olunca kanepede uzanıp beklemeye başlamıştım. Vakit ilerledikçe kurduğum hayaller tükenmiş, bir birlerinin kopyası haline gelmişlerdi. Bir bakmışsınız bankada üst üste istiflenmiş banknotların karşısın- dayım, başka bir yerde dış hatlar terminalinde yanımda bir güzelle beklemekteyim, bir başkasında da kırmızı spor arabamın içinde sırıtırken buluyordum kendime. Bu şekilde bir biri içine geçen, bölük pörçük, gittikçe silikleşen düşlerimin arasında uyumuşum. Bir kâbustan nasıl uyanılırsa öyle uyandım. Açık kalmış tel- evizyonda bir kaç kişi hararetle tartışıyordu. Daha etrafıma bakmadan bir şeylerin ters gittiği bilgisini ruhumun en derinlerinde hissetmiştim. Sanki bu bilgiyle lanetlenmiştim. Sehpanın üzerinde kuponumun açıkta durduğunu gördüm. O an yaşadığım yıkım öylesine büyüktü ki bedenimin acıdan kıvrandığını hatırlıyorum. Bırakın altısını, tek bir rakam bile tutmamıştı. “İşte benim talihim!” demiştim, hemen tanımıştım onu. Bana o yaşlı adamdan kalan asıl ikramiyeyi ise aylar sonra göğüs hastalıkları uzmanından duyacaktım. “Tüberküloz!” demişti önce, şaşkınlığımı görünce “vereme yakalanmışsınız!” diye eklemişti.
Bir cevap yazın