Sağ gözünü iyice yanaştırdığı kâğıtta, “Asansör Arızalıdır” yazıyordu. İnanmak
istemedi başta. Geriye çekilip, bir de kendisi deneyecekti. Birkaç kez yoklamasına rağmen,
fayda etmedi. Apartman yöneticisi yalan söylemiyordu. Bu kez isteksizce merdivenlere
doğru döndü. Kapıyı açmayı denerken ciğerlerine doldurduğu umut dolu nefes, şimdi hayal
kırıklığıyla dışarı sızıyordu. Vakitsiz karşılaştığı eski bir düşmanına bakıyordu sanki. Hiçbir
zaman hazırlıklı olamayacağı, o bıkkınlık veren kavgaya bir daha girişecekti.
19 kiloluk damacanayı sırtlayıp, altı kat çıkarmak kolay iş değildi. Hele onun için,
merdiven çıkarken yağlı güreş yapmaya benzerdi. Mücadelesinin bir ata sporuna
dönüşmesinin nedeni sürekli terleyen elleriydi. Eldiven kullanmayı da denemişti zamanında.
Rakibinin kurtulup, paldır küldür aşağı yuvarlanmasını izlemişti sonra. Beklemenin faydası
yok, diye geçirdi içinden. Sağ elini bastıra bastıra kazağına silip, işe koyuldu.
Gücü yerindeydi. Seyit Onbaşı misali, bir kerede savuruverdi koca damacanayı
omzuna. Basamakları teker teker ezerken, bir taraftan da nefesini ayarlamaya çalışıyordu.
Hızlan!, dedi kendi kendine, zorda kalınca mola verirsin.
Bu adrese daha önce su getirmemişti. Görünüşe göre, bölgesindeki en lüks
apartmandaydı. İlk seferde dördüncü kata kadar dayanabildi. Yükünü omzundan sıyırıp yere
koydu ve soluklanmaya başladı. Kapıların önlerinde yapma çiçek dolu vazolar vardı. Bir de
parfüm sıkmışlar, diye mırıldandı. Aradaki duvara asılan manzara resmini inceledi bir süre.
Gülümsedi. Üst üste yığılmış ayakkabılardan ya da mide bulandırıcı yemek kokularından da
eser yoktu. Ne güzel, deyip tekrar sırtladı damacanayı.
Altıncı kata ulaştıran son basamağı güçlükle aştı. Arada verdiği mola zamanını
kapatmak için acele edip, nefes nefese kalmıştı. Bacakları titriyordu şimdi. Son hamlesini
yapacaktı ki gözü kararır gibi oldu ve geriye doğru hafifçe sendeledi. İyice ağırlaşan cüssesini
merdiven boşluğundan son anda kurtarıp ileri doğru atıldığında, kalbi daha hızlı çarpıyordu.
Damacanayı son bir gayretle yere indirdi. Ellerine baktı. Sırılsıklam olmuşlardı.
11 numaranın zilini çalarken başı döndü ve oracıkta yere oturuverdi.
– İyi misiniz? Evlat… ne yapıyosun, ne oldu?
Kapıyı açan, Tuncay Bey’di. Karşılaştığı sahne onu fazlasıyla sarsmıştı. Elindeki
yarılanmış rakı bardağını portmantoya koyup, telaşla dışarı fırladı. Oysa, gözünü kısmış
oturduğu yerden olanları izliyordu. Art arda yapılan ani hareketlere ve içeriden sızan
uğultuya henüz bir anlam verememişti.
– Oturuyorum efendim.
Tuncay Bey, ne söylemesi gerektiğini bilmeden, birkaç saniyeliğine öylesine baka
kaldı. Garip bir şey vardı bu genç adamda. Kafasının sol tarafına doğru fazlaca indirdiği kalın
yün başlık ya da konuşma şekli değildi aklını karıştıran. Her haliyle, topyekûn bir farklılık,
anlaşılmaz bir ışık saçıyordu çevresine.
İki eliyle yüzünü ovuşturdu. Bu sürreal sahnenin sonu gelmeliydi artık. Genç adamı
ayağa kaldırmak için ileri atıldı. Onu tüm gücüyle tarttığında beklediğinden çok daha hafif
olduğunu fark etti. Üst üste giydiği kazaklar ve çalıştığı şirketin verdiği anlaşılan kolsuz mont,
bedenine sahte bir gürbüzlük katıyordu anlaşılan. Onu ayağa kaldırıp yüz yüze geldiğindeyse
asıl şoku yaşadı.
Siyah beyaz renklerdeki o yün başlığın, yüzün sol yanına neden fazlaca indirildiğini
anlamıştı. Sol gözü iyice kapatan, kötü bir kazanın ya da dehşet verici bir kavganın ağır
ameliyatlarla kapatılan iziydi bu yetersiz kamuflajın nedeni. Kalbine ağır bir yük binmişti
sanki. Kendini güçlükle toparlayıp, bir şeyler mırıldandı.
– Yüzün… yani çok solgun… tansiyonun düştü belki de.
– Düşmedi efendim. Düşürmedim.
Bir cevap yazın