Bu yazıda modernizm, post-modernizm, küreselleşme ve kimlik kavramları birbirlerine etkileşimleri ölçüsünde ele alınacaktır. Yapmak istediğim kavramların tüm kullanışlarını vermek değildir. Amacım post-modern teriminin ortaya çıkardığı hissiyatı ve algılama biçimini bilimsel kullanım bağlamında ne kadar faydalı olduğunu ve Batı kültür coğrafyası dışında da ne kadar kullanışlı olabileceğini ortaya koymaktır.
Elbette Doğu-Batı sorunsalını ele aldığımızda farklı kültür alanlarından bahsediyoruz. Ancak bugüne kadar tarihteki kültürel sıçramalar hep bu Doğu-Batı kültür dairelerinin birbiri ile çatışma-uyum zamanlarında ortaya çıkmıştır. Özellikle Weber’in (2009: 7-24) ortaya koyduğu bu olgu, günümüz küreselleşme yazınının makro çalışmalardansa, kültürel dairelerini etkileyen mikro çalışmalarla kendi içsel dinamiklerini anlamanızı sağlaması anlamında işlevsellik kazanmaktadır.
Aslında kırk yıllık post-modernizm yazını ve otuz yıllık küreselleşme yazını yenidir. Dünyada akışkanlık arttıkça da bu kavramlar yerli yerine oturacaktır.
Bu yazıda ilk olarak modern ve post-modern kelimelerin etimolojisine bakılmış, post-modernizm hem küresel hem de Türkiye özelinde olmak üzere merkez-çevre kavramlaştırması içinde ele alınmış, kimlik sorununun post-modern yazında ne ifade ettiği açılmaya çalışılmış ve sonuç olarak post-modern algının yararlılığı vurgulanmıştır.
Etimoloji: Modernizm ve Post-Modernizm
Modern kelimesi kök olarak Latince modo’dan gelmektedir. “Şimdiki zamana ait” anlamı taşımaktadır. Latince modernus’un Hıristiyan gün ile Roma geçmişini ifade edişi vardır. Aynı zamanda modern İngilizce ise Orta İngilizceden farkı göstermektedir; on altıncı yüzyıl sonrasını işaret eder. Diğer yandan İkinci Dünya Savaşı sonrası modern, “çağdaş” terimi ile anılır olmuştur (Childs, 2010: 22).
Post-modernizm de “modernizm sonrası” demektir.
Kavram Olarak Modernizm ve Post-modernizm
Tek bir modernizmden bahsetmektense “modernizmler”den bahsedilebilir. On altıncı yüzyılda modern olan kişiye modernist deniyordu. On sekisinci yüzyılda ise antik yazına karşı modern yolu izleyen kişilere bu ad takılıyordu. İlk kez basit anlamda “modernizm” on sekizinci yüzyılda, modern eğilimleri göstermek için kullanılır olmuştur. Yirminci yüzyılda “şimdiyi” işaret eden, gelenekselden ayrı anlamında ele alınmıştır (Childs, 2010: 24).
“Modernlik” teriminin ise Baudelaire, ”Modern Yaşamın Ressamı” denemesinde, ölümsüz ve değişmeye karşıt olarak sanatta arızi ve kısa olanı gösterene karşı şekilde ele almıştır. Modernlik ve modernite; endüstrileşmeyle, kentleşmeyle ve laiklikle ortaya çıkmış değişiklikler olarak gözlenmiştir. Modernitenin hız, hareketlilik, iletişim, yolculuk, dinamizm, kaos ve kültürel devrim ile bağlantısı vardır (Childs, 2010: 26).
Modernliğin vazgeçilmez savunucusu olan Jürgen Habermas’a göre “Modernite projesinin Aydınlanmacı düşünürler tarafından on sekizinci yüzyılda formüle edildiğini, onların doğa bilimlere, evrensel ahlaka ve hukuka ve günlük yaşamın ussal olarak örgütlenebilmesi için … kendi içsel mantıklarına ulaşma çabalarını içerdiğini” öne sürer (aktaran Childs, 2010: 28).
Modernlik aynı zamanda Avrupamerkezci kültürü de işaret eder. On altıncı yüzyılda Avrupa’nın Yeni Dünyaya genişlemesi, üretimde ve ticarette yeni hamleler modernitenin dönemini belirlemiş, modernizm bu anlamda Avrupamerkezci ve kapitalist bir olgu olarak ortaya çıkmıştır.
Post-modernizm ise “modernizm sonrası” anlamı ile literatürde ilk başlangıç olarak Daniel Bell’in Coming of Post-Industrial Society (New York: Basic Books, 1973) ve Alan Touraine’in Post-Industrial Society (çev. Leonard Mayhew, New York: Random House, 1971) eserleridir (Hardt ve Negri, 2012: 286, Dipnot 1).
Hardt ve Negri (2012: 286-287) Tarihsel olarak modernleşme ve post-modernleşmeyi şu şekilde formüle etmektedirler:
“Ortaçağdan itibaren ekonomik paradigmaların, her biri ekonominin başat sektörünü tanımlayan üç ayrı uğraktan geçtiği genelde kabul edilmektedir. Birinci paradigma, tarım ve hammadde çıkarılması ekonomiye hakimdir; ikincide, endüstri ve dayanıklı mallar üretimi ayrıcalıklı konumu işgal eder; şu anda sürmekte olan üçüncü paradigma ise, hizmet sağlama ve enformasyonun manipülasyonu ekonomik üretimin en önemli unsurudur. Dolayısıyla hakimiyet önce birinci paradigmadan ikinciye, tarımın hakimiyetinden endüstri hakimiyetine geçişi içerir. Modernleşme, endüstrileşme demektir. Biz ikinci paradigmadan üçüncüye, endüstrinin hâkimiyetinden hizmetler ve enformasyon hakimiyetine geçişe bir ekonomik postmodernleşme, daha doğrusu enformatikleşme adını verebiliriz.”
Hardt ve Negri’nin bu anlatımı, tarihi tek çizgisel, bir alt yapı kavramlaştırması ile okuyuşudur. Hâlbuki önemli post-modernist kültürel, siyasi, jeopolitik ve askeri vs. boyutlarını da göz ardı etmemek gerekir.
Merkez-Çevre Bağlamında Post-Modernizm
Yukarıda bahsedilen tek çizgili tarih anlayışı Suat Sinanoğlu gibi yazarlarda ve Şarkiyatçılarda vücut bulan Avrupamerkezciliği tek tipleştiren tarih anlayışına dönüşmüştü (İnalcık, 2012: 284; İslamoğlu-İnan, 1991: 17-24).
Burada merkez-çevre bağlamı Dünya Sistemi perspektifinde ve özellikle Türkiye olmak üzere ülke içi merkez-çevre bağlamında, post-modernist ve küreselleşme düşünceleri ele alınacaktır. Bu aynı zamanda iktisadi temelli sosyoloji anlayışı ile tek çizgili tarihsel anlayışın eleştirisi olacaktır.
On beşinci yüzyılda başta Portekiz ve İspanya olmak üzere Avrupa ülkeleri dünyayı keşfe açıldılar. Bunun çeşitli nedenleri vardır; ama Avrupa’daki bilgi birikimi ve teknoloji (özellikle gemicilik ve denizcilik bilgisi) uzak denizlere açılmaya imkan veriyordu. Kristof Kolomb 3 ağustos 1492’de Palos’tan ayrılıp, 15 mart 1493’te tekrar aynı limana döndüğü seferde farkında olmadan Yeni Dünya Amerika’yı keşfetmişti. 1519-1522 arası Magellan dünyayı dolamayı başardı (İnalcık, 2012).
Yeni Dünya Kuzey Amerika’da ilk İngiliz kolonisi kuran John Smith’di. Bunda “Indian” denilen Amerikalı yerlilerle tütün karşılığında altın ticareti etkili oldu. Sonraki yüzyıllarda Yeni Dünyanın altınları Avrupa’ya akmaya başladı ve Avrupa’da enflasyona neden oldu. Hem bu coğrafi keşifler hem de Avrupa ülkelerinde, başta Hollanda, İngiltere ve Fransa olmak üzere üretimdeki yenilikler merkez ülkelerde “Avrupa mucizesini” gerçekleştirdi. Elbette bunda on yedinci yüzyıl, on sekizinci yüzyıl ve on dokuzuncu yüzyıldaki üretimdeki teknolojik gelişmelerin ev sonucunda Endüstri Devrimi’nin payı büyüktür.
Wallerstein (2010, 2011 ve 2012) Modern Dünya Sistemi adlı üç ciltlik eserinde bu mucizenin bir panoramasını sunmaktadır. Ona göre güçlü devlete sahip merkez ülkelerin çevresinde, merkez ile çevre arasında yer alan yarı-çevre ülkeleri de mevcuttur. Bu ülkeler bir çeşit ekonomik ve politik iş bölümü ile dünya ekonomik sistemini oluşturmaktadır.Merkez ülkeler güçlü devlet yapılarına sahipti. Burada güçlü devlet demek, güçlü ekonomi ve güçlü askeri yapılar anlamına geliyordu. Ancak merkez ülkelerin konumları değiştiği gibi, çevre ve yarı-çevre ülkelerin de konumları değişiyordu.
Wallerstein 1974 yılında Modern Dünya Sistemi kitabının ilk cildini yazdıktan sonra, bu kitap günümüz küreselleşme yazınına ilham kaynağı olacaktır. Ancak onun eseri İslamoğlu-İnan’ın (1991: 29-32) vurguladığı gibi iktisat temellidir. Daha sonraki küreselleşme çalışmaları Ritzer’de (2010) çok güzel özetlendiği üzere çok daha çeşitli sosyolojik boyutları içermektedir. Bunda özellikle 1990 sonrası yıldızı parlayan post-modern yazının büyük etkisi vardır.
Kavramları oturtmak için bir kez daha tanımlayacak olursak: On altıncı yüzyıl sonrası Atlantik’ten Çin Setti’ne kadar Avrasya’da gelişen kültürel, siyasi, iktisadi ve askeri dönüşüme “modernleşme” adını veriyoruz (İslamoğlu, 2008). “Post-modernleşme ise modernleşme sonucu ortaya çıkan kültürel, siyasi, iktisadi ve askeri entegrasyonun yönetişimsel anlamda fark edilmesidir.”
Küresel kültür akıntıları (Ritzer, 2010: 262-292); ulus-devletlerin önemini yitirmesi ve emperyalizm, sömürgecilik, kalkınma, Batılılaşma, Doğululaşma (Ritzer, 2010: 83-103) gibi kavramlarda değişiklik; Birleşmiş Milletler, Uluslararası Atom Ajansı, Hükümet Dışı Örgütlenmelerin (Ritzer, 2010: 171-186) öneminin artması; ekonomik alanda Dünya Ticaret Örgütü, GATT, Uluslararası Para Fonu, Avrupa Birliği, NAFTA, çokuluslu şirketlerin (Ritzer, 2010: 196-221) öneminin artması, küreselleşmeyi belirleyen en önemli göstergelerdir.
Doğu Bloku ülkelerinde 1989-1991 Büyük Dönüşümünden sonra ABD süper güç olarak tek kalıp askeri anlamda dünyanın Jandarmalığına soyunmasına rağmen Rusya ve Çin gibi güçler ve AB bu süper güçle mücadele içindedir. Ayrıca yeni gelişen bölgesel ülkelerde, Türkiye dâhil, bağımsız hareket edebilme kabiliyetlerini artırmıştır.
Günümüzde ABD merkez ülke olarak diğer ülkelerle ağabey-kardeş ilişkisi konumunu sürdürmek istemektedir. Ancak günümüz merkez-çevre ilişkileri “bölgesel” ilişkilerdir: Bir yanda NAFTA ve AB, diğer yanda ASEAN ve yeni yükselen bölgeler.
Özellikle bu küresel entegrasyon çok-kültürlülük olgusunu gözler önüne sermektedir. Bir anlamda “kültürel melezleşme” yaşanmaktadır. “Kültürel melezleşme, küresel ya da yerel olanın bütünleşmesi dışında, küreselleşmenin ve yerel ya da küresel kültüre indirgenmeyen yeni ve benzersiz melez kültürlerin bir sonucu olarak kültürlerin karışmasını ifade eder” (Ritzer, 2010: 272). Küresel akıntılar; etno-görünüşler, tekno-görünüşler, finans-görünüşler, medya-görünüşler ve ideolojik-görünüşler olmak üzere hep akıntıyı içerir. Etno-görünüşler turistler, mülteciler, misafir işçileri kapsar; tekno-görünüşler bilgisayar teknolojisinin verdiği olanaklardır; finans-görünüşler sermaye akıntılarıdır; medya-görünüşler yazılı ve görüntülü bilgi akışı ve haberi içerir; ideolojik-görünüşler ise politik karakterdeki görüntü akışlarıdır (Ritzer, 2010: 275-276).
Her toplumda merkez-çevre ilişkisi vardır. Basitçe karikatürleştirecek olursak; Ortaçağ’da Avrupa’da (özellikle Kuzey-Batı Avrupa’da) bu ilişki merkezdeki Kral ile çevredeki Derebeyleri arasındaki ilişkiydi. Osmanlı’da ise Saray çevresi ile Sultana bağlı reaya veya daha sonraları esnaf-sanatkâr ilişkisi içinde görüldü. 1971’lere kadar Türkiye Cumhuriyeti’nde merkez-çevre ilişkisi bürokrasi-aydın birliği ile taşra eşrafı arasında ilişki olarak görülüyordu. 1980 sonrası bu ikilik İstanbul sermayesi ile Anadolu Kaplanları ilişkisine büründü. Burada andığımız ikiliklerin kültürel taşıyıcılık fonksiyonlarını göz ardı etmemek gerekmektedir.
Günümüz Türkiye toplumu için bir saptama yapacak olursak; Mardin (2012: 77), 1973’de yazdığı bir makalede Türkiye için şunları söylüyor: “Son zamanlardaki parti bölünmelerinin ve sendika çoğalmalarının bir yerde duracağı umulabilir. Türkiye’nin yakın geleceğine ilişkin sorun şudur: bu yeni topluluk, oldukları gibi devam edip gidecekler mi, yoksa bir ölçüde yeni sayılabilecek sınırlarının içine yeni bireyler alıp onları bütünleştirebilecek mi? Böyle bir bütünleşme gerçekleştiğinde, bütünleşmenin ortaya koyduğu ve yaşayabilirliği en fazla olan ‘modern’ yapıların, modernleştirme ilkeleri göz önüne tutularak ne olduğu kestirilebilecek ürünler değil de, şu ya da bu biçimde, ‘geleneksel’ kültürün yanlarını içeren kurumlar olacağı büyük bir olasılıkla ileri sürülebilir.” Onca yıllar geçtikten sonra Mardin’in bu tahmini sonradan anlaşılmıştır ki; gelenekselin modern içine gömülenmesi, yani post-modernleşme ile çözümlenmiştir. Mardin o sıralar post-modernizmin farkında değildi ve olmaması normaldi.
Yapısal dokudaki bu değişim kültürel değişimi de beraberinde getirmiştir. İstanbul kültürü, Anadolu kültürü tarafından ele geçirilmiştir. Buna özellikle 1950’lerden beri İstanbul’un taşradan göç almasının etkisi vardır. 200’li yıllarda ise köyden-kasabadan merkeze göç akışkanlığının iç içe geçmesinin büyük etkisi bulunmaktadır.
Burada küreselleşme ile birlikte merkez ülkelerin çevre ve yarı-çevre ülkelerine kültürel hegemonya kurması ihmal edilmemelidir. Özellikle McDonaldlaşma olarak nitelenen bu süreç, Hollywood filmleri ve bilgisayar olanakları ile had safhaya ulaşmıştır.
Post-modernist Kültür İçinde Kimlik Sorunu
Modernleşme süreci tek tipleştirici idi. Modernizmin iddiası çevre ülkelerin zaman farkıyla ülkelerin geçtiği yoldan geçeceği üzerine kuruluyordu. Bu yüzden sekülerleşmenin yaygınlaşması ve geleneksel yapıların ortadan kalkması beklenen gelişmeler olarak kabul ediliyordu. Soru; bu sürecin yerel dinamiklerinin saptanması üzerineydi.
Ancak küreselleşme sürecinde ve onunla ayrılmaz post-modern zamanlarda yerel kültürlerin kaybolmadığı anlaşıldı. Buna küresel-yerelleşme adı takıldı. Ritzer (2010: 273) küresel-yerelleşmeyi şöyle tanımlıyor: “Fraklı coğrafi alanlarda benzersiz sonuçlar doğuracak şekilde küresel ve yerel olanın birbiri içine girmesi.”
Bu kültürel farklılık toplum içinde farklı kimliklerin ortaya çıkması ve kabul edilmesi süreci ile at başı gitmektedir. Etnik kimlik, dinsel kimlik, sınıfsal kimlik ve toplumsal cinsiyet kimlikleri yeni siyasal arenada kendine yer bulmaktadır.
Kimlik, Latince ‘aynı’ anlamına gelen idem kökünden türemektedir. Zaten İngilizcesi bu kökten “identity”dir (Özdemir, 2012: 170). “Kimlik, bireyler ve kolektiflerin, diğer bireyler ve kolektiflerle ilişkileri içinde ayrıldıkları biçimleri gösterir. Kimliği tanımlama süreci, bireylerin birbirleriyle, kolektiflerin birbirleriyle, bireylerle kolektifler arasındaki benzerlik ve farklılık ilişkilerinin sistematik olarak kurulması ve anlamlandırmasıdır” (Özdemir, 2012: 171).
Etnik kimlik farklı etnisiteler içinde; sınıfsal kimlik üretim ilişkileri içinde; dini kimlik farklı dini aidiyetler karşılaştığında ve toplumsal cinsiyet toplum tarafından belirlenen cinsiyet algılama biçimlerinde kendini bulur. Dolayısıyla kimlik tanımı psikolojik ve sosyolojik bir kurgulama biçimidir.
Post-modern literatürde her kimlik biçimi diğeri ile eşit statüdedir. Modern algılama biçiminde ise iktisadi kimlik biçimi sınıf, başat olarak alınıyordu.
Bir insanın birden fazla kimlik aidiyeti olabilir. Hangisini öne alacağı o insanın dünya görüşü (Weltanschaung) ile ilintilidir. Farklı kimlik biçimlerinin toplumda kabulü, o toplumun küresel değerleri ile de ilintilidir. Demokratik toplumlarda farklı kültürlerle bir arada yaşamak nasıl kabul görüyorsa, farklı kimliklerle, bir diğerini keskin biçimde “ötekileştirmeden” de yaşanır.
Kültürel akışkanlığın fazla olduğu günümüz küresel zamanlarda farklı kimliklerin kabul edilmesi ve hazmedilmesi tamamen bir toplumun modernleşmesi ile bağlantılıdır.
Sonuç
Immanuel Kant’ın “Aydınlanma Nedir?” makalesinde ortaya koyduğu görüşlerle savrulan pozitivist-modernist dünya görüşü, Weber’in (2009: 7-24) “Önsöz”de (“Vorbemerkung”) karşılaştırdığı Avrupamerkezci akillikle, Doğunun hissiliğini anlatması tamamen modern sosyolojik yaklaşımlardı. Özellikle 1989-1991 Büyük Dönüşümü sonrası küreselleşme dönemi ve post-modern yazın Avrupa’nın bu akillik iddiasını eleştirmek üzerine kurulmuştu. Çünkü sistematik akıl her şeyi bilmemize kadir değildi.
Günümüz baskın kültürünü oluşturan ve ta Yunan Şehir Devletlerinden gelen medeniyet-kültür anlayışı tek değildir. Tarihte Hindistan, Çin, Aztek, İslam vs. kültür daireleri çatışma-uyum sorunları yaşamaktadır.
Bir yandan bütünleşme gözlemlenirken, diğer yandan kültürel farklılıklar ve farklı kimlik çeşitleri ortaya konmaktadır. Bilimsel kitap ve makalelerde ele alınan bu yaklaşımın olgulara yaklaşıma göre değiştiği gözlemlenmektedir.
Aslında toplumsal olaylar çatışma-uyum gerilimi içinde sürekli değişmektedir. Toplumsal değişimin dinamizmini de bu etkileşim sağlar. Bu yüzden bu makalede tek boyutlu bir yaklaşımdan kaçınılmaya çalışılmıştır. Çünkü olaylar, İngilizce deyişiyle “converge-diverge” gerilimi üzerinden sürekli akar.
Olguları alış biçimi bile bilimsel kolaylık sağlamasına rağmen kültürel, iktisadi, siyasal ve askeri boyutlara indirgenemez. Tarihte her olgu hem tekil olay çerçevesinde hem de olgusal bütünlük içinde yeniden gözden geçirilmelidir.
1970’lerde ortaya çıkan post-modernist algı, küresellik içinde yerel dinamiklerin göz ardı edilemeyeceğini öğretmiştir. Her ne kadar Batı muktedir görünse de, onun nüfuz alanını delecek hem içten hem de dıştan dinamik ve olayların olduğu 1990’lardan günümüze gelişen olaylarla kanıtlanmıştır. 11 Eylül bunlardan biridir.
Ne Batıyı ne de diğer kültür coğrafyalarını yekpare algılamamak gerekmektedir. Kendi kültür ve coğrafya alanlarında yapılan her bilimsel ve entelektüel katkı, kaçınılmaz olarak, bir anlamda, artık, evrensellik de içermektedir. İşte post-modernizm tam da budur.
KAYNAKÇA:
Childs, Peter (2010) Modernizm, Ankara: Sitare.
Hardt, Michael ve Antonio Negri (2012) İmparatorluk, 7. Basım, İstanbul: Ayrıntı.
İnalcık, Halil (2012) Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci, 3. Basım, İstanbul: T. İş Bnkası Kültür Yay.
İslamoğlu-İnan, Huricihan (1991) Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İstanbul: İletişim.
İslamoğlu, Huricihan (2008) “On Dokuzuncu Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve Neo-Liberal İmparatorluk Oluşumları,” Onur Yıldırım (der.) Suraiya Faroqhi’ye Armağan: Osmanlı Peşinde Bir Yaşam içinde, Ankara: İmge.
Mardin, Şerif (2012) Türkiye’de Toplum ve Siyaset: Makeleler I, 19. Basım, İstanbul: İletişim.
Özdemir, Eylem, “Kimlik,” G. Atılgan ve E. Atilla Aytekin (haz.) Siyaset Bilimi içinde İstanbul: Yordam.
Ritzer, George (2010) Küresel Dünya, İstanbul: Ayrıntı.
Wallerstein, Immanuel (2010) Modern Dünya Sistemi, Cilt 2, 3. Basım, İstanbul: Yarın.
(2011) Modern Dünya Sistemi, Cilt 3, İstanbul: Yarın.
(2012) Modern Dünya Sistemi, Cilt 1, İstanbul: Yarın.
Weber, Max (2009) Die
protentische Ethik und der Geist des Kapitalismus, Köln: Anacoda Verlag.
* ODTÜ İktisat ve AÖF Uluslararası İlişkiler mezunu. Ankara Üniversitesi DTCF Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne devam ediyor. Okuma-yazma işiyle uğraşıyor. Gelecekte Türkiye’nin etrafındaki sorunlu bölgeler dâhil, bütün ülkelerini gezmek istiyor.
Bir cevap yazın