Çok yıl geçti üstünden. Daha nohut kadar bir çocuktum o zamanlar ama o güne dair her şeyi bir bir hatırlıyorum. Çünkü gördüm, çünkü duydum. Çünkü ben oradaydım.
Temmuz sıcağının ortalığı kasıp kavurduğu günlerden biriydi. Avludaki sundurmada öğlen yemeği silinip süpürülmüştü. Mahkeme suratlı adam, son sokumunu bol sarımsaklı cacığa bandırıp ağzına götürdü. Lokmasını yenice yutmuştu ki göbeğini kaşıyarak uzun uzun geğirdi ve yukarıya şükrünü bildirdi.
“Elhamdülillah.”
Elhamdülillah, dedi ekşimiş ayran suratlı kadın da. Pantolonunun ağını kaşıyan adam, patatesli kömbeden bir parça daha kopardı ve bıyıklarının altına gömmeden önce mahkeme suratlı adama sırıttı.
“Yarasın babam.”
“De, hadi kadın. Sümsük sümsük. Ne bu yahu? Bitir hele tıkınmanı da, seslen geline. Kaldırsın şu sofrayı, günahtır.” dedi mahkeme suratlı adam.
Ekşimiş ayran suratlı kadın arlandı, alnından yanaklarına doğru yol alan terini dastarının köşesiyle sildi.
“Tıkınmaymış! Sanki dişlerim kesiyi de. Tabii senin tuzun kuru.”
Baba-oğul uzun uzun güldüler ekşimiş ayran suratlı kadına. Alışıktı, aldırmadı hatta hiç duymamış gibi içeriye ünledi.
“Gelin!”
Lafı ikiletmeden yumuşacık bir ses geldi içeriden.
“Geldim ana!”
Hemen ardından kendi göründü, fistanı güllü bahar bakışlı kadın. Elindeki tepsiyle masaya yönelirken gözü avluda oynayan çocuklarındaydı. R’leri söyleyemeyen çocuk üç tekerli bisikletin üstünde; tay tay tay, hıy hıy hıy… gibisinden güya motor sesleri çıkararak bir dedesigilden yana, bir ahırdan yana gidip geliyor; sesi içine kaçmış kız da onun peşi sıra yampiri yampiri seyirtip mızırdanıyordu.
“Abey, ben de binmek istiyem.”
Fistanı güllü bahar bakışlı kadın; kuzularım siz doyurdunuz mu karnınızı, derken gözlerini ferlendirdi. Çocuklar bisiklet kavgasının ateşiyle duymadılar annelerini ama ekşimiş ayran suratlı kadın, günah çıkarmak ister gibiydi.
“Dürüm sıktım onlara. Bumbarlı hemi de.”
Fistanı güllü bahar bakışlı kadın masadakileri tepsiye yerleştirirken; sağ olasın ana, dedi. Kaynanası kaşlarını kaldırıp söylendi.
“Lafa da bak. Onlar senden önce bizim döllerimiz. Duyan da, sen olmasan biz torunlarımıza taş yedireceğiz zanneder.”
Estafurullah ana, olur mu hiç öyle şey. Ben öylesine şey ettimdi, dedi fistanı güllü bahar bakışlı kadın. Sıcaktan ziyade mahcubiyetin verdiği tere bulandı. Gözü biraz önceki ferini yitirivermişti. Dibinde birkaç kaşıklık cacık kalmış olan tasın üstüne bumbar dolması sahanını oturttu. Kalan birkaç kömbenin kabına da kalan yufkaları dizdi. Tepsinin boş köşesine kirli tabakları üst üste koyup yanına çatal-kaşıkları sığdırdığı gibi eve yönlendiği sırada; pantolonunun ağını kaşıyan adam, kadının adım atarken oynayan kalçalarına gizliden bir bakış yolladı. Yüzüne hızlıca kan yürüyen adam, ana babasının görmez tarafından pantolonunun ağını kaşıdı.
Sundurmanın gölgesi avluyu serinletmeye yetmiyordu. Sarı yalım azdıkça azmıştı. Sedirlerin yumuşak minderlerinde oturanlar, tok karınlarının verdiği rehavetle arkalarına iyice kaykılmışlardı. Ağustos böceklerinin cırcırları avluda yankılanıyordu. Bir uğur böceği kondu masaya. Sanki gelir gelmez oracıkta ölmüş gibi kalakaldı muşambanın çiçek desenlerinin içinde. Ekşimiş ayran suratlı kadın derisi büzüşmüş elini uzattı usulca. Böcek oralı olmadı. Kadın iyice parmağını değdirince, uçtu gitti. Oysa ekşimiş ayran suratlı kadın dilek dileyecekti, uğur böceği parmağına konsaydı. Allah’ım, diyecekti. Hayırlı bir kapıdan, helal süt emmiş bir kız bulalım da, şu deli oğlanı everelim. Onun da tüten bir bacası olsun…
Çocuklar adı üstünde çocuktu. R’leri söyleyemeyen çocuk bıkmadan usanmadan bisikletini avlunun içinde dört döndürüyor, sesi içine kaçmış kız suskun suskun eşikte oturarak abisini izlese de azıcık dinlendikten sonra yine abisinin ardı sıra hem dolanıp hem mızmızlanıyordu. Mahkeme suratlı adam puşisiyle terini kurulayıp sesini avluya saldı.
“Kız Faddey! Elleşme oğlana. Bebeklerinle oynasana sen, hem kız kısmı velespit mi binermiş.”
Küçük kız, eli burnunda omuzlarını silkeledi.
“Bana ne, bana ne! Babam ikimiz için getirdi onu.”
Mahkeme suratlı adam, göbeğini titrete titrete güldü. Ekşimiş ayran suratlı kadın, sesine cilve kattı.
“Babana diyek de bir dahaki gelişine sana da getirsin Almanya’dan.”
Pantolonunun ağını kaşıyan adamın gözleri uykuya meyilliydi ama taşı gediğine koymak gerekirdi. Pişmiş kelle gibi sırıtarak iki eliyle birden ağını kaşıdı.
“Ben de Alman saati istiyem ağamdan.”
Mahkeme suratlı adam gözlerini ağarttı. Nevri dönmüştü birden.
“Çek ulan şu ellerini orandan. Irzı kırık seni. Önce büyüğünün yanında oturup kalkmasını öğren de sonra Alman saati iste. Yiğidim, gavurun memleketinde ekmek parası için el etek öperken, sen burada açmış baldırını yellendiriysen.”
Uzun bacaklarını ivedilikle aşağı sarkıttı pantolonunun ağını kaşıyan adam. Kollarını nereye koyacağını şaşırdı. Pıstı, ufacık oldu. Kavruk teninin kızardığı hiç belli olmuyordu ama kısık gözlerini iyice kısıp yere bakışını gören babası, oğlunun üstüne çok gittiğini düşünmüş olmalı ki gönlünü almaya çalıştı.
“Ulan avrat sen de uyuşup durma allasen. Seslen geline de okkalı bir kayfe yapsın. Şu zirzop oğlanla içek karşılıklı.”
Pantolonunun ağını kaşıyan adam babasının tavrıyla anında şımardı. Marsık yüzünü yerden kaldırdı. Biraz önceki tırsmışlıktan eser kalmamıştı. Tam ağına elini götürmüştü ki hızla çekip masadaki suya uzandı.
Gelin kahve fincanlarını toplarken kaynanasına baktı. Yeşillerini ışıldattı.
“Kazanın altını yaktım ana. O kaynayana kadar ahırı kürür ardından çamaşıra geçerim.”
“Hıh! Tam da ben diyecektim. Çoban malları yaylımdan erken getirecek bu akşam.” dedi ekşimiş ayran suratlı kadın. “Dam boşkene kürü bir an evvel.”
R’leri söyleyemeyen çocuk bisikletten bıkınca kapı girişindeki gölgeye sığınmış olan Çomar’a çattı. Öğlenin kuru sıcağında hımbıl hımbıl uyuyan köpeğin oynamaya hiç mecali yoktu. Çocuk dürtüklese de, istifini bozmadı. Sesi içine kaçmış kız bunu fırsat bilip bisiklete tünedi. Ayakları pedallara yetmese de üstünde olmaktan dolayı mutluydu. Sundurmadakilerden; pantolonunun ağını kaşıyan adam oturmaktan sıkılmış gibi oflayıp puflayarak ayağa kalktı. Mahkeme suratlı adam gözünün içine girmeye çalışan karasineği kasketiyle kovmaya uğraşırken oğluna çattı.
“Neye celallendin gene?”
“Celallenmedim baba,” dedi oğlu, yine oflayarak. “Gün dönene kadar arka bahçenin otunu yolayım derim. İkindiden sonra da değirmenin oradakine gider suyu salarım arıklara.”
“Aferin aslanım, aferin. Bak hep böyle ol ciğerimi ye.”
Bir diklendi, bir kasıldı pantolonunun ağını kaşıyan adam. Eh, ben gidiyem o zaman, deyip ahırdan tarafa yürürken tam pantolonunun ağını okkalayacaktı ki arkasına baktı. Babasının dik dik onu izlediğini görünce elini ağzına götürüp kuru kuru öksürdü. Avlunun ortasında sarı sarı ışıyan tulumbadan bir kova su doldurdu ve dibeğin altından solucan avlayan yeğenlerinin saçlarını okşadı.
“He, işte böyle, akıllı akıllı oynayın bakalım. Ben gidip ananıza yardım edeyim.”
R’leri söyleyemeyen çocuk çubuğunun ucundaki solucana hayretle bakarken amcasının ardı sıra bağırdı.
“Emmi, emmi bak hele, ne kaday büyük solucan tuttum. Yılan gibi valla.”
Emmisi ahırın kapısını kapatmıştı. Çocuk, solucanı emmisine gösteremediği için üzüldü. Yanına varıp göstermeliydi ama tam yanaştığı an kapı içerden sürgüleniverdi. O, ahır kapısının önünde emmisinin derdine düşmüşken, çubuğun ucundaki solucan çoktan yere sarkmış kendini gizleyecek delik arıyordu. R’leri söyleyemeyen çocuk bütün hırsını solucandan çıkarmak istercesine iki ayağıyla ezdi ve hâlâ tulumba dibeğinin altındaki solucanlarla oyalanan kız kardeşinin yanına vardı.
“Bilye oynayak mı?”
“Oynayak da, bende bilye yok ki.”
“Ben sana veyiyim. Oyundan sonya alıyım ama tamam mı?”
Tamam, dedi kız. Koşarak ahırın arkasına dolandılar.
Duvar dibindeki gübre yığını günün hararetiyle yanıyormuş gibi havaya dalga dalga dumanlar salıyordu. Annelerinin kürüyüp gübre deliğinden dışarıya sürüklediği ıslak gübre yol yol olup bahçeye doğru akıyordu. R’leri söylemeyen çocuk lastik ayakkabılarının boka belenmesine aldırış etmeden ahırın küçük penceresinden yana koşturdu. Duvarın dibindeki kütüğe basıp pencereye ulaştı ve pervazın arasında sakladığı bilye çıkınını alıyordu ki, olduğu yere çakılıp kaldı. Gözleri çanağından fırlamış halde içeriye bakarken beti benzi attı. Pantolonunun ağını kaşıyan adam, fistanı güllü bahar bakışlı kadını yemliğin üstüne devirmiş, ağzını da iri parmaklarıyla kapatmıştı. Kıçı alandaydı pantolonunun ağını kaşıyan adamın. Bir ileri bir geri gidip geliyordu kuru baldırları. Yirmilik delişmen sesiyle camız gibi de böğürüyordu. Fistanı güllü bahar bakışlı kadın debeleniyordu. Günyüzü görmemiş apak bacakları; geçen yıl yaralanıp son saatlerini yaşarken bir türlü ölemeyen beyaz tayın bacakları gibi, ağını kaşıyan adamın sırtını tekmeleyip duruyordu. R’leri söyleyemeyen çocukla bir an gözgöze geldiler. Bakışlarındaki bahar kışa kesmişti çoktan. Benzi solmuş, kanı kurumuştu. R’leri söyleyemeyen çocuk yüzünü yere düşürdü, canı ağlamak istiyordu. Terle tozun harman olduğu kara teni, öfkenin korkuya karıştığı anlarda daha da karardı. Kardeşinden yana baktı. Sesi içine kaçmış kız elindeki çubukla gübreyi eşeliyordu. Oğlan kütüğün üstünden indi. Kardeşinin yanına çömeldi. Bok böcekleri sedef gibi parlıyordu. Galiba sıcak onlara yaramıştı. Gübrenin içinde kımıl kımıl kaynıyorlardı. Sanki aşiretlerinde düğün vardı. Oysa, çocuğun yüreğinde sela veriliyordu… O da bir çöp aldı eline ve eşeledi gübreyi öylesine… Gözleri ahırın camındaydı. Kafası karman çorman.
Çok geçmedi, fistanı güllü bahar bakışlı kadını gübre deliğinden çıkarken gördü. Her yeri pislik içinde, saçı başı saman doluydu. Güllü fistanın yakası paçası yırtıktı. Boynu, kolları ve yüzü kan gülleriyle bezenmişti. Yine göz göze geldiler oğluyla. Bakışları bu kadar kısa süre içinde kışını da bitirmişti çoktan ve iki iri deli gözü kalmıştı geriye… Kös kös bakan iki iri deli gözü… Kanlı tülbendini salladı en son ve bahçenin çitinden atlayıp kayıplara karıştı. R’leri söyleyemeyen çocuk çitin arkasından gitgide uzaklaşan garip çığlıklar duydu. Güneş bulutların arkasına saklanmıştı sanki. Hava yastaydı. Çocuğun içindeki matem gitgide büyüdü. Bir avucunda bilye çıkını, diğer avucunda sesi içine kaçmış kızın ufak eliyle ardına bakmaya korkarak avluya doğru yürüdü.
O günden sonra ne evde ne avluda ne de köyde, fistanı güllü bahar bakışlı kadını gören olmadı. Çok çeşitli dedikodular, rivayetler uydurdular onun üzerine. Kiminin işine geldi inanmak. Kimi de gerçekten inandı söylenenlere ve ardından günyüzü görmemiş küfürlerle ballandırdılar beddualarını… Ben inanmadım hiçbir şeye. Çünkü ben gördüm, çünkü ben duydum. Çünkü ben oradaydım… Gördüklerimi, bildiklerimi, hatırladıklarımı hâlâ sakladığım çıkınımdaki bilyelerimin ışıltılarına gömdüm.
*Bu öykü 2019 Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi “Bir Kadın Hikâyesi” öykü yarışması birinciliğiyle ödüllendirilmiştir.
Bir cevap yazın