Gelin bu Şeb-i Aruz, Rumi Felsefesi ve günümüz dünyası üzerine düşünelim. Bildiğiniz gibi her felsefe daha iyi bir dünya daha iyi bir yönetim şekli üzerine doğmuştur. Felsefeler insanoğlunu bilgi seviyesinde bir noktaya kadar getirmiş fakat ne yazık ki daha fazla ileri gidememiştir. Çünkü hemen hemen her felsefeci kendi yarattığı düşünce sistemini yok etmiştir. Kendi felsefesini reddeden kendini reddeder. Kendini reddeden, reddin reddini gerçekleştirir ve işte tam o noktada ne senlik kalır ne de benlik… Rumi’nin anlattığı da buydu aslında; yaşanabilir felsefe için ötekilerin kalkması, birliğin ve dirliğin tek bir sesten yükselmesi gerekiyordu.
On dokuzuncu yüzyılın en önemli filozoflarından olan Nietzsche’ye baktığımız zaman kendi düşünce sistemini reddettiğini görüyoruz. Kendi düşünce sistemini reddetmekle birlikte aklını da yitirmeye başlayan Nietzche, en sonunda ablasına bağımlı hale gelir. İşte bu noktada Nietzche’yi Nietzche yapan ne kaleme aldığı eserleri olur ne de o muhalif duruşu… Özü bulan filazof, hamuş halde Hakikat izinde kendince kadrince yol alır. Sartre ve birçok filozofa baktığımız da aynı durumla karşılıyoruz. Felsefe; kapının diğer kısmına geçmek istediğin yol arkadaşındır senin. Kapıya geldiğin vakit felsefe yoldan çekilir, kalp gözün açılıverir. Anahtarımız ise gönlümüzün içinden çıkardığımız tasavvuf oluverir.
Yaşanabilir tek felsefenin “tasavvuf” olduğunu yüzyıllar öncesinden söylemiş erenler ve evliyalar ile doludur Anadolu’nun dört bir yanı. Bugünlerimizi önceden görmüş yüreklerimize düşen ateşin ve telaşın panzehrini nazenin kelimeler içinde bize sunmuşlardır. Özellikle bugünlerde bize gerekli en önemli ilaç Hz. Mevlana’nın Mesnevisi olacaktır. Bu Şeb-i Aruz’u Mevlana ya da batıdaki ismi ile Rumi Felsefesi üzerinden ele alalım. Rumi’nin ışık ışık süzülen felsefesi ile birliğin idraki ve tevhid inancı üzerinde durmamız gerektiğini anladık. Bombalar ülkenin dört bir yanını sardığın da, gönlüne ateş düştüğünde, evlatlar, eşler, analar, babalar vatan için şehit olduğunda bütün ülke bir kuvvet olmanın “senin acın benim acımdır” demenin erdemini anladık. İşte bu da Rumi Felsefesini hemhal etmek demek oluyor.
Dünyanın bütün kötülükleri ve habis fikirleri ile şeytanları taşlamak elbette ki işin en kolayı. Bu kötülüğün içinde bizi birliğe ve dirliğe götüren evliyayı alkışlamak ise büyük bir erdem… Evliyayı alkışlamak da kimseyi kimseden üstün görmemek, her şeyde Yüce Sultanın tecellisini görmek ile mümkündür ancak. Mevlana ve yaşadığı döneme tekrar geri döndüğümüzde vatan yine karışıklık içindeydi. Moğol saldırılarının bütün Asya’yı kesip kavurduğu, Selçuklu Devleti’nin parçalanmaya yüz tuttuğu bir çağ-idi. Ama Hz. Mevlana bu dönemde umudunu hiç yitirmedi, en zor şartlarda bile ümidini hep ayakta tuttu. Kan ile umutsuzluk ile kaynayan o dönemin topraklarında Hz. Mevlana’nın Mesnevisi bir vahdet dükkanı olarak bütün Anadolu’yu aydınlatmış, yetmemiş kendini dünyaya duyurmuş ve hala bu vahdet dükkanında bizi birliğe götürmek için mücadelesine devam etmektedir. Rumi Felsefesini anlamak için zaferleri zihinlerimize kazımalı, kendi değerlerimizden taviz vermeden de medeniyet seviyesine ulaşmaya çalışmalıyız. Eğer kişi kerim olursa başaramayacağı iş yoktur. Bizim semamız da bizim cihadımızda yine kendimiz ile olsun tıpkı Hz. Mevlana’nın kendi içine olan cihadını sema ile anlatması gibi… Tasavvufu ve Rumi Felsefesini bu Şeb-i Aruzda yaşamak ve hal etme durumuna geliriz inşallah. Cemal ile Celal’in birleştiği “Kamil İnsan” olma yolunda aşk ile kalalım. Muhabbetle.
Bir cevap yazın