Seni yazacak kalemim
Çizecek seni
Çamur balçık bulaşacak sayfaya
Hesaplaşacak belki
Belki yüzleşecek aynada
Belki kıvıracak sözcükleri
İsyan edecek belki de kimbilir
Sonra tükenip gidecek çırpınışlarla
Hâlâ gördüğüm rüyanın etkisindeyim. Aslında pek inanmam ama bu geceki rüyamı, dün yaptırdığım testlerin kötü çıkacağına yorumluyorum. Doktorum, Hacer’e sonuçları üç günden önce alamazsınız demiş.
Rüyamda, baba evindeymişim. Anneciğimin diktiği yarım kollu sarı gömleğim, askılı beyaz şortumla, Kumburgaz’daki yazlığımızın kumsalında, çocuk bedenimle yalnızım.
Serin yaz akşamında nazlı nazlı sallanan teknemiz bana gülümsüyor. Bütün ışıkları açık olan evimizden kardeşlerimin çocuk seslerini duyuyorum.
Yosun kokusu, dalgaların minik kımıltılarıyla burnuma doluyor. Bir türkü tutturuyorum ıslıkla. Heyamola, heyamola, heyamola hey. Taşları, bir önceki atışımdan daha uzağa atmak için ardı ardına denize fırlatıyorum.
Uzaktan köpek sesi duyunca sahil boyuna uzanıyor gözlerim. Oldum olası köpeklerden korkarım, rüyamda da korkuyorum. Dolunayın kıyıyı gündüze çevirmesi canımı sıkıyor. Havlamalar yaklaşınca kendimi tekneye atıp köpeğin beni görmemiş olması için dualar ediyorum.
Kısa zamanda soluğu teknenin yanında alıyor ve durmadan havlıyor. Tekneye çıkabilir ihtimaliyle elimde kürek bekliyorum. Ağzından akan beyaz köpükleri görünce iyiden iyiye korkuyorum. Gözlerimiz çakışınca tırsıp başımı çeviriyorum. İri dişleriyle teknenin ipine saldırıyor. İncelmiş olan ip, birkaç diş darbesiyle kopunca tekne, yularından boşalmış deli dana gibi açığa yüzüyor. Kıyıdan uzaklaştıkça elim kolum bağlı evimizden yana bakakalıyorum. Ağlamak istiyorum ama bir damla yaş yok, damarlarım kuru. Annemi istiyorum hararetle. Bağırıyorum, sesim yok. Küreklere davranıyorum, ellerim hissiz.
Rüya bu ya! O an çocukluğumda değil de, şimdiki yaşımda oluyorum. Oğullarımı görüyorum uzaktan. Kumsaldan el sallıyorlar. Torunlarım ve gelinlerim de yanlarındalar öylece kös kös bakıyorlar benden yana.
Evimiz gri giyinmiş, sisle kaplı. Işıklar yanmıyor. Küreklerle savaşırken fırtına çıkıyor, şimşekler çakıyor, yer gök inliyor.
Deniz, ufukta kocaman bir dağ olmuş akıyor bana doğru. Öyle ki, tekne, dalgaların büyüklüğünün yanında karınca kadar küçük. Kan ter içindeyim, içim yanarken dışım üşüyor. Dalga tam tekneye doğru yükselirken uyanıyorum. Allah’tan prostatım zamanında sıkıştırıyor.
Her sabah huysuz uyanırım ama bu sabah huysuzluğum son haddinde. Çatacak yer arıyorum, birileri üzerime harlasın ben de ağız dolusu küfürler savurayım istiyorum.
Hacer’in horultuları salona kadar gelip kulağımın dibinde bitiyor. Hanımefendi dokuz buçuktan önce kalkmaz.
Vay be! Ne hallere düştün oğlum Kemal. Bir zamanlar emrinde çalışanların, önünde hazırolda durduğu avukat Kemal, şimdi kıytırık bir varoş yosmasının elinde oyuncak ol. Olacak şey mi? Ama işte oldu.
Yalnızlık zor zanaat. Duvarlar geliyor üstüme üstüme. Gölgeler büyüyor. Ufacık oğlan çocuğu korkaklığında siniyorum yorganın altına.
Hele şu prostatım yok mu? Onun bana yaptığını, gavur bile yapmaz. İblis, tam korkularımı unutup güzel bir uykunun koynuna kendimi bırakacağım anda başımda bitiyor. Yumuşacık yatağımdan kalkıp banyonun soğuk fayanslarıyla bakışmak gelincik tarlasından uçup buz dağına düşmek gibi bir şey. Zaten seksenlik dizlerim yorgun, romatizmalı ayaklarım mecalsiz. Hadi zor zahmet gittim, işimi gördüm orada bitse hiç canım yanmaz ama torbamda kalan en son damla başımın belası. Bütün canım orada sanıyorum o an. Sanki bir damla daha aksa rahatlayacağım. Sabaha kadar sürüyor bu serüven. Gün ışıyıp insanlar bir taraftan bir tarafa çalkalanmaya, arabalar vızır vızır işlemeye başlayınca bedenimi uykunun rehavetiyle hamur gibi koltuğa yayıyorum.
Uyu, ye, işe ve yat. Dört işlevden oluşan bir yaşam. Ne zamandır okumadığımı hatırlamıyorum. Elime kağıt kalem almayalı sanki bir ömür oldu. Hacer, bulmaca çözmemi istiyor ama canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Koltuğumda gün boyu pineklerken televizyon bana bakıyor ama ben ona bakmıyorum.
Aslında bu vazgeçmişliğimin farkındayım. Zamanında avukatlığın yanı sıra, birçok gazete ve dergilerde çeşitli makaleler yazardım. Şimdi kalemin nasıl tutulduğunu bile unutacak kadar aymazlık içine girmemin nedeni yaşlılıktan ziyade kendimle olan kavgalarım.
İki kez tekleyen kalbimin suçlusu benim. İki evliliğin ardından yapayalnızsam, üç çocuk, beş torun sahibi olmama rağmen hiçbiri evimin kapısını çalmıyorsa yine suçlusu benim. Hayatımı sürüklediğim bu son demlerimde Hacer’den başka kimse varlığımın farkında bile değilse suçlusu yine benim.
Hacer’e gelince, o da son zamanlarda bir alem. Neymiş efendim, tuvaletten çıkarken sifonu çekmiyormuşum, güzelim saten çarşaflara çiş kaçırıyormuşum. Patates kızartmasıyla köfteden vazgeçmiyormuşum. Rakıyla, sigara da cabasıymış. Tansiyonum, kolesterolüm, şekerim daha bilmediğim ve bilmek istemediğim türlü türlü rahatsızlıklarıma bir şeyler oluyormuş. Falan filan işte. Akşama kadar başımın etini yiyor, vıdı vıdı…
Bırakıp gitmesinden korkmasam alacağım karşıma,
“Hadi canım sen de! Haspama da bak. Sana ne benim ne yiyip ne içeceğimden. Başıma doktor mu kesildin? Senin, beni falan düşündüğün yok aslında, buldun yağlı kapıyı, oh ne ala memleket. Bütün korkun, ölürsem işinden olman,” diyeceğim ama diyemiyorum. Hadi bakalım işin yoksa yeniden güvenebileceğin birini ara, sonra da bul bulabilirsen.
Nur içinde yatsın, babam da son zamanlarında benim gibiydi.
“Aman baba, çocuk gibisin,” der kızardım.
Oysa atın ayağı öyle değilmiş. Kurt kocayınca, köpeğin maskarası olurmuş. Ben de Hacer’in oyuncağı oldum hasılı. Müdürüm, genel müdürüm hatta haşa Allah’ım oldu bu kenar mahalle dilberi.
Gece gördüğüm rüyamı kafamda çok büyüttüğümden midir nedir, bugün yazmaya karar verdim. Ama ne yazacağımı bilmiyorum.
Oğlanlara ağdalı bir mektup yazayım diyorum. Öyle ağdalı olsun ki bana küs oldukları için bin pişman olsunlar ama olmaz. Onlara kızmaya ne hakkım var ki? Benim gibi bir babaya küs olmakta dağlar kadar haklılar.
Yoksa, Gülten’e mi yazsam? Hadi ordan, canına mı susadın? Kadın yazdığın mektubu getirip kafanda paralasa yeridir. Zaten sağda solda konuşuyormuş,
“Yetmişinden sonra yuvamızı yıkıp elin orospularıyla fingirdeşen adamın, Allah belasını versin. Ona hakkımı helal etmeyeceğim,” diyormuş.
Yerden göğe kadar haklı. Doğru söylüyor. Kırkından sonra azanı teneşir paklar derler, oysa ben, Aysu için yuvamı yıktığımda yetmişimdeydim.
Ah be Kemal! Gülten için de az koşturmamıştın hani. Neydi o günler. Daha üniversite kapısından ilk girdiği gün görmüştün onu. Yıldırım aşkıyla yanıp tutuşmuştun da biri elinden alacak diye hop oturup hop kalkmıştın. Okul bitene kadar zor zahmet sabredip daha diplomayı almadan basmıştın nikahı. Gülten bir tarafa, dünya bir tarafaydı.
Gülten de aynıydı tabii. O da, benim aşkımla deli divaneydi. Eee dile kolay. Doktor İlhami Bey’in, yakışıklı oğlu Kemal. Selvi boyumla sokaklarda turladığım zaman bakmayan kız kalmazdı. Hele uzun siyah saçlarımın altından yeşil gözlerimle öyle bir bakış fırlatırdım ki içi erirdi kızların.
Benim gözüm Gülten’den başkasını görmezdi. Sıska mıska bir şeydi ama kahve karası gözlerine baktığımda, kanım kaynardı.
Onun, Karamürsel sepeti gibi minicik bedenini içime saklayıp kimse görmesin isterdim.
Üç çocuğumun anası. Emekli olduğu güne kadar hem çocuklarını büyüttü hem çalıştı da bir gün bile gıkını çıkartmadı. Çocuklar büyüdü, her biri ev bark sahibi oldu.
Biz de,
“Şükürler olsun ki yükümüzü tuttuk, bundan sonrası için Allah kerimdir,” derken, olanlar oldu. Eve de barka da tufan vurdu.
Aysu’nun cilveli kırıtışlarının karşısında üzerine şeker dökülmüş çilekten beter olmasaydım, fettan bakışlarıyla gözlerime mil çekmeseydi, ben şu andaki ben olmayacaktım. Her şey nasıl gelişti, kırk yıllık karıma nasıl oldu da,
“Kusura bakma Gülten, ben artık bu işi götüremiyorum, ayrılalım,” diyebildim hâlâ anlamış değilim.
Daha yirmi beşinde bir kıza bel bağlarsan olacağı bu. Çok uzun sürmedi evlilik. Bir sabah kalktım, baktım ki Aysu evi terk etmiş. Kirazları mutfak masasına döküp boşa çıkan kese kağıdına,
“Hoşça kal,” yazıvermiş o kadar.
İki sözcükle evlilik akdini sona erdiren resmi evrak kese kağıdıydı. Hoş resmi evraktan daha değerliydi belki benim için. Yoksa hâlâ yatağın altında saklıyor olmazdım.
Yedi tepeli İstanbul’un taşı toprağa yarıldı ve ben yedi kat dibine gömüldüm. Kalbimin ilk teklediği gün o gündü.
İki ay sonrasında, Bağdat Caddesini adımlarken Aysu’yu, blucinli bir gençle sarmaş dolaş görünce kaldırıma yapıştım.
Yorgun bedenimin gölgesine bakmadan, kendini ergen zanneden kalbim ikinci kez tekledi.
Hastane dönüşünde aynalar gerçeği haykırdı yüzüme. Ayaklarım yere basmıştı geç de olsa.
Uzun bir süre kendi kabuğumda sessizce hatalarım için yas tutup kimseyle görüşmedim ama son zamanlardaki tükenişim beni korkuttu. Ansızın geberip gitsem kimsenin haberi olmayacak. Üstelik geceleri üstüme üstüme gelen duvarlar en büyük düşmanım.
Küçük oğlumla yaşıt olan doktor hanım kızım kalbime dikkat etmemi söyledi. Hacer’in abus suratını çekmek zorunda olmam da bu yüzden.
Bugün sol yanımda ağrılarım var. Yazmak istiyorum ama parmaklarım uyuşuyor. Kime ne yazmalıyım henüz ona da karar veremedim.
Yarın kendimi iyi hissedersem Gülten’e yazayım. İçimde ne var ne yoksa dökeyim, ondan özür dileyeyim. Eşekliklerimi bağışlamasını, hakkını helal etmesini isteyeyim. Kimbilir belki çocuklara da okur, belki onlar da affeder beni. Torunlarımı daha görmedim. Acaba kime benziyorlar. Sakın bana benzemesinler. Benim gibi dede canın cehenneme…
Ağrılarım parmak uçlarıma kadar indi. Göğsüm de acıyor. Yine tansiyonum yükselmiş olmalı… Ter bastı her yanımı… Nefesim daralıyor. İçimde volkan var sanki, bir püskürse ortalık süt liman olacak. Yok, yok ben iyi değilim bu tansiyon falan değil… Hacer’e sesleneyim de pencereyi açsın. “Hacer! Hacerr! Ha..hace!”
Dalgalar. Dalgalar dev gibi… Su ne kadar soğuk. Ne güzel yüzüyorum, ne yüzmesi, dalıyorum… Aşağıda, en dipte yazlığımızın ışıkları yandı. Kardeşlerim çağırıyor beni. Bekleyin, geliyorum…
Bir cevap yazın