Pusulayı tekrar tekrar okudu. Orada olacaktı, bu sefer olacaktı ama zamanında mı orası meçhul. Yatağın üstüne yığılmış onlarca renk cümbüşü, kırmızının üstünde mor, morun üstünde mavi, kenardan gözüken işlemeli; bayağı ama gösterişli pullu payetler… Ahh, Margarita,her zamanki kararsızlığın, her zamanki heyecanın diye geçirdi içinden.
Aradan geçen onca zaman, sanki hiç geçmemiş gibi… Sanki hala o dar sokaklı, bitişik nizam cumbalı mahalledeki küçük kızsın; pencerenin camına ufacık taşı atıp seni aşağıya çağıran Hasan için yine süsleniyor,yine ne giyeceğine karar veremiyorsun…
Gelip gelmeyeceğini bilmiyordu, hatta gelmeme ihtimali gelme ihtimalinden de fazlaydı. Yine de taktı beyaz papatyayı, siyah -yer yer grimsi- ceketine. Ucuz tıraş losyonu parmak ucuyla idareli; bir sağa, bir sola. Saçlar limona teslim, bıyıklara iltimas, briyantinli. Margaritam,
papatyam benim… Bunca zaman sonra, karşımda bir anda görünce seni,nasıl da konuşmayı unutuverdim? Yanımdan geçip gidecektin, sana doğru yürürken bir hayale doğru yürüdüğümü zannettim, sanki içinden geçip yürümeye devam edecekmişim gibi… Yanyana geldiğimizde
baktım yüzüne, dokunmak istedim. Felçli gibi kımıldamadı ellerim, dilim de itaat etmedi bana, seslenemedim o güzel adını… Seneler önce kaçıp uzağa gidelim diye sabahın ayazına kadar beklediğim sokağın köşesi geldi aklıma, güneşi kaldırım taşlarıyla beraber karşıladığım, ama senin
sokağın ucundan hiç görünmediğin o sabah…
Hasan… Genç kızlığımın en saf, en temiz aşkı. Hiçbir zaman olmayacak bir hayale, kavuşulamayacak bir sevdaya tutunduk biz. Beni verirler miydi sana? Hadi verdiler diyelim, ya seninkiler alır mıydı beni gelin namına? Rum kızı Margarita… Senin “papatyam” diye sevdiğin, sevmelere kıyamadığın Margaritan… Sokakta seni karşımda görünce
utandım; gelemediğime, gelmeye cesaret edemeyişime utandım kimbilir kaçıncı defa. Yanımdan geçip giderken bir kez daha kaybettiğimi sandım seni, ne diyebilirdim ki sana bunca yıldan sonra? Beni çağırdığın o sabah gelemeyip bir kez öldüysem ben, senin tek başına uzaklara gitmen bin
kez daha öldürdü beni…
Ya geri dönüp o pusulayı sıkıştıramasaydım eline? O sabah gidişimden sonra kendime ettiğim kahırlara bir yenisini daha eklemiş olmayacak mıydım? Elinin sıcaklığını bırakıvermek ne kadar zordu… Peki ya yine gelmezsen?
Hesperos’un Yeri her akşam aynı saatte hareketlenmeye başlardı. O akşam da çalgıcılar prova tıngırtıları için henüz yerleşmiş, garsonlar fiks menülerin meze tabaklarını içeri taşımak için beklerken aşçıbaşı Theron, pilakilerin üstüne son maydanozları ekliyordu. Ne erken, ne de geç…
Nermin, sahne adıyla İlayda, ufacık kulisinde, onca ışığa meydan okuyamayan yüzüyle, binlerce kez yaptığı gibi, oturdu aynanın önüne. Her zamanki gibi önce kızını, sonra da kavuşamadığı huzuru düşündü gözüne siyahları çekerken. Artık hiçbir kapatıcının saklayamadığı
kırışıklarını eliyle geriye itti, feleğin içine tükürmeyi de ihmal etmeden…
Cüce İsmail en öndeki yerini almak için adamlarıyla beraber çıktı mekanından. İlayda sahnedeyken içeri girmeyi severdi; onun gözlerinin büyümesi sevinçten mi yoksa korkudan mı umurunda değildi. Önce bir duble sonra bir bira cila niyetine. Keyifliyse viskiyle, efkarlıysa gerisin geri rakıyla devam. Peçeteye yazdırdığı şarkıyı okusun diye bekler dururdu, meslektaşları gibi hemen davranmazdı silahına. Her işin raconu olurdu olmasına da, boyuna rağmen adamlarını tir tir titreten İsmail, sıra aşka gelince pek yufka yürekli olur, kıyamazdı İlayda’sına.
İlayda, aynanın önünde bakmaya devam ederken yıllanmış yüzüne, günleri kafasından geçiriverdi öylece. Sahi, bugün günlerden neydi? Perşembe… Cüce İsmail kesin damlar mekana diye düşündü; içi sıkıldı. Ne zaman o adamın meymenetsiz suratını görse, içinden ne şarkı söylemek gelirdi, ne de patronun kaş göz işaretlerine aldırırdı; yüzü
düşüverir, sesi hafiflerdi. O vakit bozuk akortlu saz takımının sesi yükselir; ucuza kapatılmış olduğu her halinden belli bu toplama çalgı grubunun kısa süreli kakofonisi esir alırdı herkesi. Kimsenin umurunda değildi zaten; kadınların şuh kahkahaları, çatal bıçak sesleri ve müthiş bir uğultu, bu ahenksizliğe her daim eşlik ederdi.
Servis başlamıştı, bir gece önceden kalan mezelerle harmanlanmış yenileri, içine bolca sarımsak basıldığı için fark edilmemesi umularak masalara konuyordu bir bir. Bunun da bir usulü vardı; meze dün-bugün sentezi olsa da, süslemesi mutlaka ama mutlaka taze olmalıydı. Bir dal
maydanoz, bir tutam dereotu, en yeşil halleriyle tabakların üstünde yerini alırdı.
Cüce İsmail her zamanki yerine kuruldu; önünde kuş sütü eksik olmayan masasına. Sahnedeki İlayda’nın şerefine kaldırdı kadehini. Yüzündeki apaçık “sen benimsin” sırıtışı, İlayda’nın bütün kanını dondurdu yine. Yapacak bir şey yoktu; iğrene iğrene programı bitince yine onun
masasına gidecek, oradan onunla çıkacak, öğlene doğru evine dönerken her şeyi kızı için yaptığını düşünüp avunacaktı.
Hasan kapının önünden şöyle bir süzdü içeriyi. Ceketindeki papatyaya gitti eli, sanki onu tutarsa içeride bulacaktı aradığını. Saatine bir bakış attı, daha vakit var. Garsona belli belirsiz bir el işareti yaptı, önünü iliklermiş gibi yapan bir garson iki büklüm koşturarak yanına vardı. Kuytu bir masa istedi; gözden ırak…
Çok mu abarttım acaba? Memeler önden fırladı fırlayacak gibi sanki, etek de çoraba takıldıkça yukarı sıyrılıp duruyor. Bari şu sivri topukluları giymeseydim; kaldırım taşlarının aralarına girdikçe düşecek gibi oluyorum. Amma tenhalaşmış bu sokak, neredeyse düşüncemin sesini
duyacağım.
“Hişşt güzelim, baksana bi bana!” diye hafifçe bağırdı tekinsiz bir ses arkasından. Buraların it-kopuk tayfasından belli diye düşündü Margarita. Sakın dönüp bakma, kimbilir yanında ne taşıyor; sustalı, kelebek, muşta, Allah ne verdiyse. Yüzüme façaya hiç gerek yok, bağırsam gıkımı duyan olmaz.
“Kime diyorum? Alooo!”
Hızlan, sadece hızlan. Az kaldı sokağın sonuna,caddenin ışıkları…çok az kaldı.
“Gece gece uğraştırma beni, bir tadına bakıp bırakacağım işte. Benim için giyinmedin ya, benim için soyunuverirsin.” Sustalının belli belirsiz açılma sesi kulağında müthiş bir yankı yaptı o sessizlikte. Biliyordu; hissediyordu. Koşsa kaçamaz; çığlık atsa bir evin camı açılmazdı. İzin vermeyecekti caddeye -Hasan’a- ulaşmasına, içinden kaçıncı lanet edişiydi bu gece, ayakkabılarına.
“Şşş, uslu ol bakalım” dedi arkasındaki ses, kendisine çoktan yetişmiş, elindeki sustalıyı da sırtına dayayıvermişti. Teslim olmak bir an bile aklından geçmedi; bağırdı ses telleri yırtılırcasına, hemen sonra bir el kapanıverdi ağzının üstüne. Ekşimtrak kokulu bu el tiksindirdi onu, öğürmek istedi. Bu hareketi yanlış anlaşılınca, sırtındaki sustalı ışık
hızıyla yukarı çıkıp boydan boya çiziverdi boynunu bir hamlede.
“Allah belanı versin orospu!” diye topuklayıp karıştı gecenin karanlığına, mide bulandırıcı elin uğursuz sahibi…
Eli boynunda, yere yığıldı Margarita. Sıcak, yapış yapış; soğuk, buz gibi…Pusula…Saat sekizde, Hesperos’un yerinde… Tam bu sırada İlayda, tiz sesiyle son perdeden şarkısını haykırmaktaydı: “Kader, kahpe kader, ağlarını ördün mü?”
Bir cevap yazın