Her filminde birbirinden orijinal karakteriyle bizi sinemasına tutkuyla bağlayan
Jarmusch, Sadece Aşıklar Hayatta Kalır filminde tüketim toplumundan ve dünyanın
zombiler tarafından istilasından yorulmuş, kendilerine bilim, edebiyat ve müziği
referans almış farklı bir vampir yorumu getiriyor. Böylece baş karakterlerinin vampir
olduğu bir filmi korku filmi olmaktan sıyırıyor ve filminin izleyicisinin zihninde sinema
göstergesi olarak özgünlüğü ile farklı bir yerde durmasını sağlıyor.
Filmin baş karakteri diyebileceğimiz Adam üretken taraflarına bağımlılık şeklinde
tutunarak hayatta kalmaya çalışan bir sanatçıdır. Fazlaca melankolik bir tavrı olan
Adam, Eve’ye göre Shelley’lerle ve Lord Byron’larla fazla takıldığı için intihara
meyillidir. Yazıyı ayrıntıyla boğmamak adına hepsinden teker teker bahsetmeden
filmde isimlerinin anılmasının nedenlerini sorgulamakta yarar olduğunu
düşünüyorum. Romantizm akımının bu üç edebiyatçısı siyasi nedenler, özel
yaşamıyla ilgili tercihleri ve fikirlerinin yaşadıkları toplumla uzlaşmaz bir zıtlık içinde
olmasından dolayı zamanında ülkelerini terk etmişlerdir. Edebiyatçıların yaşadığı
dönemlerdeki farklı olma durumu filmde Adam’la ve hatta Marlowe ile örtüşen bir
özelliktir. Lord Byron’un Abydoslu Gelin’inde kendi kahramanlarıyla bir efsanenin
yeniden ama farklı biçimde yaşanacağını işaret etmesi gibi Jarmusch’ta efsanevi
vampir hikayesini kendi kahramanlarıyla farklı bir biçimde yorumluyor. Ayrıca bu iyi
arkadaşlarla ilgili ortak bir nokta da Cenevre’de Lord Byron evindeki bir
buluşmalarında Bryon’un önerisiyle yazılan korku hikayelerinin edebiyat dünyasında
hatırı sayılır bir yer almasıdır. Bryon’nun konu içeriği vampir olan ‘’Mazeppa’’ sı, Dr.
Polidori’nin bundan esinlenerek yazdığı ve romantik vampir türünde İngiliz
edebiyatının atası kabul edilen ‘’Vampyre’’ı ve Mary Shelley’nin ‘’Frankenstein’’ı gibi.
Jarmusch filminin ana dinamiklerinin burada kısmen bahsettiğim ve fakat bu
edebiyatçılarla ilgili daha fazlasına hakim olduğunu düşündüğüm fikirlerle
temellendirdiğini diyebiliriz.
Filmin kurgusundaki bu derinlikli örnekler ve Adam’ın evinin duvarında sevdiği
Samuel Beckett, Edgar A. Poe, Oscar Wilde, Baudelier, Mark Twain, Kafka gibi
birçok yazarın görüntüsünün geçişi Jarmusch’un edebi tavrını ve bilgisini biz
izleyicilere aktarıyor diyebiliriz.
Adam, Schubert’e ve dahalarına beste vermiş, üretken ve fakat anonim kalmak
isteyen bir sanatçıdır. Bu özellikle anonim kalma isteğini Tanca da çok beğendiği ses
Yasmine Hamdan’ın ünlü olamamasını dilemesiyle de dillendiriyor. Jarmusch’un
anonimlik üzerindeki vurgusu çağın tüketim hastalığına – Ave karakteri de bunu
destekler nitelikte- bir gönderme gibi duruyor.
Filmde Eve gibi Tanca da yaşayan, yaşlı vampir Marlowe ise Eve ona ‘Christopher
Marlowe’ diye seslendiğinde kızması ve Adam için ‘keşke Hamlet’i yazmadan önce
onunla tanışsaydım’ demesiyle bize fikir veriyor. Belli ki Jarmusch zamanında bir
casus olan ataeist ve eşcinsel fikirlerinden dolayı suikasta kurban gittiği söylenen
Marlowe’un aslında ölmediği ve Shakespeare’in oyunlarının çoğunu Marlowe’un
yazdığı iddiasından besleniyor. Marlowe karakteri üzerinde de bir anonimlik vurgusu
olduğunu söylemeliyim. Üstelik onun yazdıklarıyla üne kavuşmuş Şhakespeare’in
hiçte tevazu sahibi bir yazar olmadığına dair filme diyaloglar koymaktan da
çekinmiyor. Jarmusch’un fazla oynamayan kamerası yine aynı dingin çekimler ile
sohbetlere yoğunlaşmamızı sağlıyor ve böylece yukarıda bahsettiğim örneklerden
daha fazla ayrıntı yakalandığını belirtmek isterim.
Bu üç vampirin yolları, kız kardeş Ava’nın gelmesiyle Detroit’den kaçan Adam ve
Eve, tıpkı 1950’li yıllarda konformist bir hayata karşı olan -ki filmde böyle yaşamayı
seçen Ava’dan hoşlanmıyorlar- ve özünü varoluşçu yazarlardan alan Beat Kuşağının
birçok yazar ve şairinin kutsal mekanı Tanca da kesişiyor.
Şimdinin zamanında sıkışmış kalmış bu vampirlerin ilgiyle izlenmesinin nedeni olarak
bir efsanenin farklı yorumlanması dışında, filmdeki sosyal, kültürel ve ekolojik yok
oluşun getirdiği melankoli ve mutsuzluk halinin aynı zamanda günümüz toplumunun
–kanımca yönetmenin de- ruh halini yansıtmasının etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca neredeyse her filmlerinde farklı kültürleri harmanlayan öykücülüğünü
gördüğümüz (Mafya liderine minnettar bir Samuray, Elvis Presley’in izini süren Japon
bir çift, Kızılderili bir adam ve bir şairin ismini taşıyan muhasebecinin yolculuğu gibi)
Jarmusch, bu filmde de aynı yöntemi kullanıyor. Hikayesini Tanca’ya taşımasının
buna iyi bir örnek materyal oluşturduğunu söylemeliyim. Adam’ın doğunun müzik
aletleriyle tanışması, oranın seslerine keşfetmesi, Marlowe’un dostu alçakgönüllü
yazar Bilal örnekleriyle, Jarmusch bize Ortadoğu’da ‘taze kan’ var diyor kanımca.
Filmlerini göze batmayan politik bir temel üzerine oturtan Jarmusch günümüz
dünyasıyla ilgili görüşlerini aynı yalınlıkla filmin içine yerleştiriyor.
Filmde oyuncuların performansı gayet iyi ki burada Tilda Swinton kendine has
beyazlığı ve zayıflığıyla hafızada yerini alacak bir vampir oluveriyor. Baş döndürücü
görüntüyle açılan film, aynı görsel doygunlukla devam ediyor.
Jarmusch’un diğer filmlerinde olduğu gibi müzik ve görüntü iyi bir ikili oluşturuyor.
Müzikle yakından ilgili olduğunu bildiğimiz Jarmusch, bu filminde kendisinin de dahil
olduğu müzik grubu SQÜRL ile iyi bir iş çıkarıyor. Filmden sonraki ilk işiniz kafada
gezinen bir sürü düşünceyle soundtrack’ı tekrar tekrar dinlemek olacaktır.
Bir cevap yazın