El falında geleceğimle ilgili bir sürü şey anlattıktan sonra, “Ama unutma yazgı değişken bir şeydir” dediğinde o kadına nasıl da gülmüştük. Öyle sokakta rastgele karşınıza çıkıp da “Abe at bir onluk bakayım falına” diyen sıradan çingenelerden değildi bu. Bizim ufacık şehrimizin yegâne parkının müdavimi, herkesin acıyıp eskilerini verdiği, bir kap yemek gönderdiği, nereden geldiği bilinmeyen evsiziydi. Yeri yurdu belli olduğu için falı çıkmayınca dönüp hesap sorarım diye korktuğundan böyle söylediğini düşünmüştük. Ülkenin en iyi üniversitelerinden birini kazanmıştım. O kadar iyi bir okuldu ki “Kız kısmının neyine gerek okumak” diyen babam bile beni göndermeye razı olmuştu. Gitmeden önceki son günümde, çocukluk arkadaşımla şehri turlarken parka uğramış, bilmediğim bir kentte başıma neler gelebileceğini öğreniriz düşüncesiyle bu kadıncağıza fal baktırmıştık. Tipik bir taşralı zihniyeti ve batıl inanç örneği işte…Bana söyledikleri klasik her falcıdan duyulabilecek şeylerdi; üç vakte kadar başıma gelecekler, hayırlı kısmetler, devlet kapısında mühim işler vesaire…Oysa ben çok heyecanlıydım. Geniş bir hayal alemine dalmıştım çoktan. Osmanlı’nın ilk başkenti olan ve hala o günlerin izlerini fazlasıyla taşıyan bu küçük kentten kurtulup yepyeni bir yaşama kavuşacaktım. Bu sığ nehirde yüzmeye çalışmayı bırakıp artık boğulacaksam büyük denizde boğulacaktım. O uçsuz bucaksız ummanda minicik bir balık olacaktım belki ama bu küçük şehirdekilerin koca bir ömür yaşayamayacakları şeyleri ben oradaki birkaç yılıma sığdıracaktım. Gerçekten de öyle oldu. Hiç beklemediğim bir anda, ummadığım şekilde karşıma çıkan, sonra da düşmanıma bile dilemeyeceğim bir biçimde hayatımdan çıkıp gidiveren o engin denizde boğuldum ben…
Onu ilk kez okulun kantininde görmüştüm. Okulda ikinci yılımdı. İlk yılım tabiri caizse bir uyanışla geçmişti. Küçük kentten büyük şehre gelen, üstelik memleketin en fiyakalı ve çalkantılı okuluna başlayan saf Anadolu kızının uyanışı…Ülkem de benim gibi bir uyanış içindeydi. Gençler yepyeni bir dünya kurma peşindeydiler. Üniversitede ilk kez edebiyat, sanat, ekonomi, siyaset bilimi gibi kavramlarla tanışıyordum. Ve tabii kimseden geri kalmamak, aradaki açığı kapatmak için sürekli okuyor, konferanslara, forumlara katılıyordum. Onunla ilk karşılaştığımız an, siyah-beyaz bir fotoğraf karesi netliğinde aklımdadır. Ekim ayıydı. Yine bir yerlere yetişme telaşı içinde, yiyecek bir şeyler almak için kantine daldığımda onu birkaç arkadaşıyla birlikte en köşedeki masada otururken görmüştüm. Sigara dumanları arasında, sonradan hiç kulağımdan silinmeyecek o tok ve güzel sesiyle heyecan ile bir şeyler anlatıyordu. Kantinciye para uzattığım elim havada öylece kalmıştım. Gıyaben tanıyordum aslında kendisini. Zaten o günlerde onu tanımayan var mıydı? Daha yaşarken efsane konumuna erişebilmiş nadir kişilerdendi. Bizim okulun öğrencisi olmamasına rağmen, kampüsteki yurtta kalacağını duymuştum aslında ama yine de birden karşımda görünce çarpılmıştım. Hani birine içine düşecekmiş gibi bakarsanız, o da bir kez bile olsa ister istemez size bakar ya, işte benim için de öyle oldu. Sanki kendisine bakıldığını fark etmiş gibi irkildi, gözleriyle kantini tararken bakışlarımız bir an karşılaştı. Yüzümdeki ifadeyi görünce, şöyle bir gülümseyip tekrar hararetli konuşmasına daldı. Ben ise o günden sonra sürekli onu düşünür oldum…
İkinci karşılaşmamız yine kantinde oldu. Tam yiyecek bir şeyler alıp arkadaşlarımın oturduğu masaya geçmek için arkamı dönerken çarpıştık. Koltuğumun altındaki Yaşar Kemal’in ‘Teneke’ romanı ile iktisat tarihiyle ilgili iki kitabım, ders notlarım yere saçıldı. Karşılıklı bir özür faslından sonra yerdekileri toplamama yardım etti. Her şey Türk filmlerine özgü bir tesadüf gibiydi yani…Sonrasında da teklifsizce sohbete başladı: İktisat bölümünde mi okuyormuşum, hayır mı, eee o zaman nereden geliyormuş bu iktisat tarihi merakı, aaa Yaşar Kemal’in bu kitabını o da çok severmiş, taa lisedeyken okumuş, hatta siyasi görüşleri bile bu kitap sayesinde şekillenmiş, yalnız ben sanki bunu okumakta biraz geç kalmamış mıyım, benim gibi bir kızın bu romanları çoktan hatmetmiş olması gerekmez miymiş, sahi bu arada kendini tanıtmayı unutmuş…İşte ben daha ağzımı bile doğru düzgün açamadan makineli tüfek gibi böyle sorular sıralayıp durdu. Konuşurken beden dilini de yoğun olarak kullanıyor, o upuzun ve kıpır kıpır gövdesinden dışarı resmen bir enerji huzmesi süzülüyordu. Ben ise dut yemiş bülbül gibi kalakalmıştım. Ağzımdan cımbızla çıkan “evet, hayır, bilmem ki” gibi kısa ve özlü cevapların dışında bir de tanışma esnasında fısıldar gibi bir sesle adımı söyleyebildim. Onun hep anlatılan çekim gücünün etkisine girmiştim çoktan. Karasal iklimin bütün özelliklerini taşıyan bu bozkır kentine gelmiş bir deniz havasıydı gibiydi. Büyüdüğü kentin o ferah, nemli, buram buram iyot kokan havasını ve canlılığını da beraberinde getirmişti sanki. Tek kelimeyle ‘büyülenmiştim’. Sanırım o gün kaderimin yeniden yazıldığı gündü…Onunla yollarımız kesişmeseydi, muhtemelen her şey o falcının anlattığı gibi olacaktı; okulu bitirip devlet kapısında bir işe girecek, hayırlı bir kısmetle evlenip çoluk çocuğa karışarak rutin bir hayat sürecektim, belki de memlekete geri dönecektim. Ama onun hayatıma girişiyle tüm planlarım, önceliklerim ve hatta yaşam çizgim değişiverdi…Zaten o günlerin meşhur bir isminin de söylediği gibi hayat biz başka planlar yaparken başımıza gelenler değil miydi?
Arkadaşlığımız onun girişken yapısı sayesinde çok hızlı ilerlemişti. Çevremdeki insanlarla arama hep bir mesafe koyan, her daim ciddi ve ağırbaşlı takılan ben onun sıcakkanlı tavırları karşısında resmen kabuk değiştirmiştim. Kampüs içindeki karşılaşmalarımızda yaptığımız ayaküstü sohbetler bir süre sonra kantindeki planlı buluşmalara dönüşmüştü. Onun her zaman anlatacak bir şeyleri vardı, benim için ise dünyada onu dinlemekten daha önemli hiçbir şey yoktu…Saatlerce hiç usanmadan edebiyattan, tarihten, ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu durumdan bahsediyor, güncel gelişmelerle ilgili tartışıyorduk. Ve o en ciddi konularda bile çok hoş şakalar yapıp beni güldürüyor, anlattığı hikayelerle en gergin anımda bile kafamı dağıtmayı başarıyordu. Bilmediği şey yoktu, her konuda söyleyecek sözü olan insanlardandı. Dönemin önemli siyasi isimlerinden ünlü bilim adamlarına, geçmişte yaşamış ve artık gençliğin idolü olmuş tarihi liderlerden yazarlara varıncaya kadar pek çok önemli kişilik hakkında hiç duymadığım ve dinlemekten büyük zevk aldığım kısa öyküler anlatırdı. Bunları ne ara, nereden öğrenmişti, dağarcığında bu kadar çok ayrıntıyı nasıl tutabiliyordu, anlattıklarının ne kadar gerçek ne kadarı kurguydu hiç anlayamazdım. Anlatırken kendini öyle kaptırırdı ki yerinde duramaz, mimiklerini ve beden dilini de ustalıkla kullanarak olayı sanki bizzat yaşar ve karşısındakine de yaşatırdı. Ondan aşağı kalmamak için durmadan okurdum. Okuduğum her yeni kitabı onunla paylaşmak için de sabırsızlanırdım. Uzun uzun o kitapların kritiğini yapardık. Bunun dışında bir de en çok paraşüt kursundaki anılarımı dinlemeyi severdi. Geçen yaz bir çılgınlık yapıp paraşüt kursuna gitmiş, yer eğitimini ve beş atlayışı başarıyla tamamlayıp kursu bitirmiştim. Kursa katılan on sekiz kişinin içinde sadece dört kızdık ve genelde erkeklere özgü olarak bilinen bir şeyi başarmış olmak bana büyük gurur veriyordu. Kurs maceramı, uçaktan kendimi boşluğa bıraktığım anda hissettiğim o sonsuz özgürlük hissini, kalbimin nasıl heyecanla çarptığını ballandıra ballandıra anlatırdım. Dinlerken çok özendiğini hissederdim, onun maceraperest ve coşkulu yapısıyla fazlasıyla uyuşan bu işi en kısa zamanda birlikte yapabilmeyi dilerdik. Ve hep gelecek ilkbaharda, havalar ısınır ısınmaz bunu yapmak için sözleşirdik, gelecek baharın bize neler hazırladığını bilmeden…Nadir de olsa dertleştiğimiz ya da havadan sudan konuştuğumuz da olurdu. Bu konuşmalarda genellikle ben bir şeyler anlatan taraf olurdum. O kendisiyle ilgili pek özele girmezdi. Bu yüzden geçmişiyle ilgili bildiklerim de o günün gazetelerinde yazılanlarla sınırlı kaldı hep. Kendini her zaman geri planda tutan, vatanından ve halkından başka bir şey düşünmeyen bir yapısı vardı. Gelecekle ilgili, daha doğrusu ülkenin geleceği ile ilgili müthiş planları, hayalleri olduğundan bahsederdi. Ama ben sadece bu kadarını öğrenebiliyordum. Fazlasını anlatmaz, çok üsteleyince de muzipçe göz kırpıp “Merak etme, güzel günler göreceğiz” gibi şeyler söylemekle yetinirdi. Ben ona körkütük aşıktım, bu aşikardı. Ancak onun bana karşı ne hissettiğini asla tam olarak bilemezdim. Aramızda adı konulmamış ve alışılmış tüm tanımların ötesinde çok güzel bir duygusal bağ vardı. Bu da bana yetiyordu açıkçası. Okulda herkes tarafından merak edilen, ilgi duyulan, kalabalık bir arkadaş çevresi olan ve ziyaretçisi de hiç eksik olmayan birinin bana değer verdiğini görmek de ayrıca hoşuma gidiyordu.
Derken zamanla daha az yüzünü görür oldum. Bizim okulda hep bir arada olduğu bir arkadaş grubu vardı. Bu grubun, erkekler yurdunun sonradan çok meşhur olan o odasında toplanıp sabahlara kadar konuştuklarını anlatırdı bazı arkadaşlar. Ve bu toplantılar giderek sıklaşmaya başlamıştı. Ocak ayının ilk günleriydi. Yeni yılın ülkeye de, bize de hiç uğurlu gelmediğini düşünüyordum. Ülke iyice karışmıştı. Hepimizin üzerindeki baskı artmıştı. ‘Birileri’ hiç acımadan gençlerin canını yakıyor, resmen sindirme politikası uyguluyordu. İkimize dair ise, içimde tam çözemediğim kötü bir his vardı, hani sanki bu yılın bize çok acı bir hediyesi olacakmış gibi…Nitekim haklı da çıktım. Tam da o günlerde, ülke gündemini sarsan bir olayın baş kahramanı olarak gördüm onu gazetelerde. Artık bambaşka bir mücadele yoluna yöneldiğini anlamıştım ve o yolun onu üniversite kampüsünden, daha da beteri benden çok uzaklara götüreceği kesindi.
Ve sonunda, o son gece de gelip çattı. Biliyordum o gece gideceğini…Hayır, kimseden bir şey duymamıştım, ama bir biçimde biliyordum işte. İster altıncı his deyin, ister çok yakın hissedilen biriyle kurulan telepatik bir bağ olarak yorumlayın bunu, size kalmış…Gideceğini hissediyordum ve bu nedenle onu gizlice takip etmeye çalıştım. Kampüsün altındaki o korkunç tünelde yitip giderken son bir kez görmek umuduyla adını seslenerek arkasından koştum. Beni duydu ve bekledi. Nereye gittiğini, ne zaman döneceğini sordum, cevap vermeyeceğini çok iyi bildiğim halde. Yine muzipçe gülümseyip “Merak etme çok yakında yine görüşeceğiz, söz veriyorum” dedi. Beni ilk ve son kez alnımdan öptükten sonra o karanlıkta koşarak kayboldu. Bu, birbirimizi son görüşümüz oldu. Sonrasını ben de diğer insanlar gibi yalnızca gazetelerden ve radyodan takip edebildim. Ona atfedilen suçları, eylemlerini, polislerle oynadığı köşe kapmacayı ve bir türlü yakalanamayarak giderek efsanevi bir kahramana dönüşmesini, her an ona bir şey olacak endişesiyle yüreğim ağzımda izlemekle yetindim sadece…
Tepemize balyoz gibi inen o müdahalenin anonsunu radyoda ilk duyduğumda da kendimden çok onun için kaygılandım. Ülke kazan, tüm güvenlik güçleri kepçe olmuş her yerde onu ve arkadaşlarını arıyordu. O anonstan sadece birkaç gün sonra, karmakarışık rüyalarla geçirdiğim huzursuz bir gecenin ardından, içimde yine yoğun bir sıkıntı ile uyandığım o karlı Mart sabahı, gazetenin yıldırım baskısında okudum yakalandığını. Elimde gazete, gözlerim yakalandığı anda çekilmiş o resmine takılı vaziyette öylece kalakaldım. O anda gördüm aslında yakın geleceğimizi, ama o kadar canım yanıyordu ki gördüklerimi kendime bile itiraf edemedim. Sonraki günlerde ise robot gibiydim. Onunla ilgili olmayan hiçbir şeyi duymuyor, görmüyor, hissetmiyordum…Okul kapatılmış, yurtlar boşaltılmıştı. Ailem ısrarla memlekete dönmemi istiyor, ben ise onunla en azından aynı şehrin havasını soluyabilmek için hiçbir yere kıpırdayamıyordum. Sürekli onunla ilgili haberleri takip ediyordum. Yargılama safhası henüz başlamamıştı, ama her yerde en ağır cezaları alacakları konuşuluyordu. Gazetelerde aleyhine yazılar, eski bir celladın daha mahkeme bile başlamamışken onu asmak için bakanlığa dilekçe vermesi gibi haberler çıkıyor ve ben bunları okudukça çıldıracak gibi oluyordum. Sonu şimdiden belli olan bir sürece girilmişti sanki. Onun acısına katlanamayacağımı, bu yükle yaşayamayacağımı hissediyordum. Bir yandan da, kurtarılmaları için yapılan girişimleri, planlanan eylemleri ve savunmalarını üstlenmek için sıraya giren avukat ordusunu okudukça umutlanıyordum. İçimde yeşeren ufacık umut kırıntılarını canlı tutmaya çalışırken elimden hiçbir şey gelmemesinin çaresizliğini de derinden duyuyordum. Günler geçiyor, havalar ısınıyor, yaz yaklaşıyordu…İşte bu dönemde, durgun ruhumun tek maceracı yanı olan paraşüt tutkum imdadıma yetişti. Eski paraşüt eğitmenim bir aylık tekamül kursu için bana ve birkaç arkadaşa haber yolladı. O an beynimde bir şimşek çaktı ve düşünmeden kabul ettim. Çevremdeki herkese bu şehirden ve etrafımdaki gittikçe daralan çemberden bir süreliğine uzaklaşmanın bana iyi geleceğini söyleyerek kursa katıldım. İçimdeki sonsuz hazan mevsimine inat, yaz başlamıştı. Ve ben, birlikte yapmak için sözleştiğimiz o atlayışları tek başıma gerçekleştirirken, kimseye fark ettirmeden, ona kavuşmak için elimde kalan son çarenin de planlarını kuruyordum.
O sıcak temmuz günü herkesle birlikte son atlayışlarımızı tamamlamış, bizi kaldığımız yere geri götürecek olan personel aracına binmişken duyduğum bir anons ile verdim nihai kararımı. Son bir uçağın daha kalkacağını, paraşütle atlamak isteyenlerin hemen hazırlanması duyuruluyordu. Yanımdakilere son bir atlayış yapıp geleceğimi ve beni beklemelerini söyleyip uçağa koştum. Beş kişilik ekipte dördüncü sıradaydım. Kendimi boşluğa bırakırken gözlerimde sadece onun hayali, aklımda ise ertesi gün başlayacak olan mahkemesi vardı. Sonu zaten belli olan bir oyunun hazin son perdesi…Ve benim çaresizliğim, bu kocaman acı karşısındaki acizliğim, onun olmadığı bir dünyada nefes bile alamayacağımı bilmenin verdiği dayanılmaz kalp sızısı…Evet, onun acısını görmeye dayanamazdım, bu acıyla bir ömür geçiremezdim, daha da kötüsü her an idam edilebileceği düşüncesiyle daha fazla yaşayamazdım. Alandaki herkes panik halinde deklanşörü çekmem için bağırırken, ben düşmeye devam ettim. Sol koltuk altımda yer alan, bütün paraşüt sistemini birbirine bağlayan L-demirini çekerek sol göğsümü, içi onunla dopdolu olan kalbimi kendi ellerimle parçaladım. Yere çakıldığımda çoktan ölmüştüm. Onun kaybını yaşamaktansa, ben önden gitmeyi tercih etmiştim. Hep 21 yaşında kalıp asla yaşlanamayacak bir aşık olarak artık sadece onun yanıma gelmesini bekleyecektim. Ölümüm talihsiz bir kaza olarak geçecekti kayıtlara. Uzmanlar, sağ koltuk altımdaki deklanşör yerine panikle solumda yer alan L-demirine asıldığımı, bu yüzden sol göğsümü parçaladığımı yazacaktı raporlarına. Ama aşkım, çok az kişinin bildiği bir şehir efsanesi olarak hep yaşayacaktı. Hem de en iş bilir falcıların, medyumların ve hatta kahinlerin bile ön göremeyeceği kadar olağanüstü bir şehir efsanesi olarak…Sahi, bu yaşananlar hangi falda çıkabilirdi ki zaten?
Deniz Çantay
Bir cevap yazın