Güneş bütün renklerini ve yeteneklerini sergiliyor akşamüstü. Sesini gizlemeye gerek duymadan
duvarın görünmeyen yüzünde batıyor.
Duvarın üzerindeki tellere iki koluyla birden inatla dolanmış gömlek parçası güneşin batışını kutsuyor.
Bir kolun ucuna sarılmış olan plastik şişe gökyüzünün nefesinde hafifçe sallanıyor.
Bir zamanlar kahverengi ipliklerle dokunduğu belli olan kumaşın sarıya çalan beyaz çizgileri, batan
güneşin ışınlarını içine çektikçe belirsizleşiyor. Yağmur, güneş ve rüzgâr, her geçen gün gömleğin
yaşamını biraz daha kısaltıyor. Parlak düğmelerin geceleri yıldızlarla yarıştığı günler geride kalıyor.
Soğuk hava ilmeklerine kadar işliyor, ruhunu üşütüyor.
Plastik şişenin kapağındaki deli mavi hayatta kalmayı başaran yegâne renkmiş gibi duvarın soluk
yüzünde parıldıyor. Kendisini seyredenlerin bütün özlemlerini ve gizlerini saklayan ifadesiz duvarın
üzerinde ışıldıyor, gökyüzüne göz kırpıyor.
Tele dolanmadan, şişeye sarılmadan, solmadan ve lime lime olmadan önceki halini özlüyor gömlek,
altında sallanan yırtık parçasını hissettikçe. Ten dostunun üzerindeki kokulu ve ütülü halini özlüyor.
Birlikte aynanın önüne geçtiklerinde ne kadar uyumlu oldukları ve göz bebeklerinin mutluluktan nasıl
da büyüdüğü geliyor aklına.
İlk defa sıcak bir tenle buluştuğu gün mutluluktan nasıl da deliye döndüğünü hatırlıyor. Birlikte en
güzel günlerini geçirdiği sahibine, ten dostu adını verdiği ilk günü kutluyor, rüzgâr içinde dolanırken,
göğsünü şişirirken.
Bulutların gökyüzünü terk edercesine alçaldığı ve yeryüzünü öpercesine toprağa yaklaştığı bir günde,
nasıl da sıkışıyor dostunun kalbi özlemle… Yıllarını paylaştığı gömleğini sırtından hırsla çıkarıyor… İçine
bir kâğıt parçası koyduğu plastik şişeyi denizci düğümüyle bir koluna sıkıca bağlıyor… Dikenli tellere
doğru nasıl da umutla fırlatıyor, yandaki boşluğa ulaştırmak için…
Metrelerce yüksekteki duvarın üzerine sarılı dikenli ve jiletli tellere takılıyor gömlek parçası. Orasının
burasının yırtıldığını ve canının çok acıdığını hissediyor. Özellikle de yüreğinin ağrıdığını anlatıyor,
derin derin iç çekerek ucunda sallanan şişeye.
Bir kumaş parçası olarak nasıl kolayca dolanıverdiyse dikenli tellere, bu duvarların arasındaki yaşama
da hemen sarınıverdiğini hatırlıyor. İçerideki diğerleri gibi istese de bırakamıyor tutunduğu yeri, her
dakika canı daha fazla acısa da…
Bir zamanlar ten dostuyla beraber dolaştıkları yaylaları, taze yaprakları uzak memleketlerden gelen
bulutlara değen kavakları görüyor rüyasında. Başını sarkıttığı dereyi, saçlarını yıkayan salkım söğüdü
ve onun dizelerini mırıldanan yelesi dalgalı şairi düşlüyor. Gezindikleri gümrah ovalar, renkten renge
giren güneş ve şekilden şekle bürünen dağlar düşüyor aklına.
Kendilerini kendilerinden uzaklara götüren ve buralara kadar getiren arabaya bindikleri gün geliyor
aklına. Kapıları ve pencereleri, ızgaralı ve demirli… Belli ki uzaklarda bulamamışlar kendilerini, elleri
tetikli ve pençeleri yürekli.
Anaç toprağı bırakıyorlar çok geride. Betonlara yuvarlanıyor hızla tekerlekleri. Yollar bitiriyor
yeşillikleri. İnsanlar yitiriyor sevdikleriyle birlikte hayallerini. Birbirine bakarak tükenen şehirlerden
geçiyor, dağ gelinciği kokan yürekleri. Yeni açan tomurcuklara bacalarının dumanıyla is tüküren
evlerin sıralandığı caddeleri aşıyor, petrol püskürten arabaları.
Ten dostu mağazaların camlarında kendisini izliyor, her şeyin tükenmişliği karşısındaki ezikliğiyle.
Dağdaki açlığın ve hanedeki yoksulluğun, doğadaki özgürlükle ve insandaki adaletle nasıl birleştiğini
düşünüyor inceden… Köyün ağasına ulaşan bir kurşuna nasıl dönüştüğünü anlatıyor öfkenin, hiç
ağzını açmadan.
Yolun bitiminde duvarlar başlıyor dağ yüksekliğinde. Demir kapılar sıralanıyor, deresindeki ağacın
serinliğinde. Aklı büzülüyor, vicdanı ağrıyor, duvarların arasındaki ilk ilerleyişinde.
Beyaz çizgileri bazen pis kokuyor, hayatında kokmadığı kadar. Orada burada yıkanıyor, öyle böyle
kuruyor. Her gün biraz daha hızlı yıpranıyor, her gün ruhu umarsızca soluyor. Artık dostunun üzerinde
bir tek kendisinin kaldığını anlıyor.
Rüzgârın korkutucu ıslıklarının altında dikenli ve jiletli bir telde geçiyor uzun günler, kısa haftalar.
Tellere takıldığından beri hasretle izliyor, dostunun pencereden bakan pişman ama cesur gözlerini.
Her görüş gününde gelen dostunun yavuklusunun kendisini sorduğunu biliyor. Tele takıldığını
söyleyemediğini anlıyor ten dostunun. Anasının ve bacısının da uğradığını görüyor, yol parası
denkleştiğince. Dağlarının kekik kokusuna dolanıp gelen anasının, evladını ilk kundakladığı gün gibi
pembe derili süt kokulu olarak kabullendiğini de fark ediyor.
Sanki herkes dostuna gömleğini soruyor her görüşte. Sanki dostu ağlayamadığı gözyaşlarını döküyor,
her görüşün gecesine. Her görüşün gecesi tellere sarılı duran parçalanmış parçaya anlatıyor,
sevdiceğine söyleyemediklerini sessizce. Her görüşten sonra nasıl da mahzunlaşıyor, nasıl da düğme
düğme bakıyor onun nemli gözlerine.
Aslında her gece sesleniyor kendisine tepesindeki yıldızlarla:
“Şu tellerden kurtulduğumda rüzgârımı da alarak bütün dertlerimi paylaşırcasına geleceğim yanına!”
Yağmurun, güneşin ve rüzgârın bağrında her geçen gün biraz daha soluyor renkleri. Kayboluyor
eskiden parlak parlak bağıran çizgileri. Demirli pencerenin ardından kendisini gözleyen dostunun
yanaklarından uçup giden alı gibi…
Ten dostunun karışıyor yüzünün kızıllığı, batan güneşin bulutlarına. Demir parmaklıktan bakan
gözlerin kenarlarına usulca sığınıyor, arta kalan beyaz çizgiler ve öykünen özlemler.
Plastik şişe bir şey söyleyemiyor sanki anlatmaya korkuyor gibi. Sır gibi koruyor, içinde sakladığı
kâğıtta yazılı gizi. Duvarın üzerindeki tellerin bitmeyen esaretiyle birlikte onun da inceliyor gövdesi.
Büyüyor yüreği, pencereden ona bakan gözlerin benzeri.
Dostunu nasıl da diğer bir dikenli telin arkasındaki başka bir duvara götürdüklerini hatırlıyor sonra.
Demir kapı kapanırken onun, suçsuz bir denizin dibi kadar derinden bakışını yakalıyor üzerinde.
Birlikte geçirdikleri güneşli ve keyifli günleri düşünüyor, rüzgârda salındıkça. Onu soruyor her gece her
yeni çıkan yıldıza, tepesinden aceleyle geçen bulutlara.
Artık ten dostu da yok yanında. Nereye götürdüklerini bilmiyor, onu bu beton ormanında. Sadece son
bakışını kazıdığı duvarla dertleşiyor, demir kapı üzerine yamandığında.
Günler sonra yeni birileri görünüyor pencerenin demirinde. Önceleri hayretle bakıyor bir gömlek
parçasına bir de tele. Bir daha da yüz vermiyor zaten, hep göz kırpıyor gökyüzündeki bulutların
tembelliğine.
Soruyor, solgun ve sevdalı gömlek her geçen buluta, “Sahibim nerede?”
Betonları yalamaktan yılmayan rüzgâra yalvarıyor, “Ne olur, ara sıra bana onun kokusunu getirsene!”
Bir sabah neşeyle uyanıyor gömlek, fazlasıyla parlak gökyüzüne. Sonra kara çirkin bulutlar çöküyor
aniden tepesine. Canını acıtıyor, bulutlardan koşarak üzerine atlayan dolu taneleri. Çarpıyor plastik
şişeyi de onu da duvarın dibine. Bir an için kurtulduğu tele bakıyor, bir de hüzünleri sarmal sarmal
dolan yüreğine.
Yeni gelen meraklı gözler beti benzi atmış plastik şişeyle artık paçavraya dönen gömleği alıyor yerden.
Dökülüyor iplikler, tel tel oluyor kumaş parçası, yeni gelenin nasırlı ellerinde. Pet şişenin içindeki kâğıt
yana kayıyor. Yeni gelen artık solmuş olan eski parlak mavi kapağı açıyor. Bir kumaş parçası haline
gelmenin mutsuzluğuyla heyecanlanıyor gömlek.
Notu okuyan el gevşiyor. Gülümsüyor, yüreğinin acısıyla birlikte gözleri:
“Birader yan goğuşta yatarım. İki cugara fırlatırsan ömrü billah gardaş galırım.”
Bir cevap yazın