Bunların ruhunu öğrendim artık. Tam dört yıldır… Her sabah, onlar, denizin kenarında yürüyüş yapar, ben, hayvanlarımı bu sahilden geçirip meraya götürürüm. Karşılaştığımızda, aralarındaki sohbete kulak misafiri olurum, ister istemez. Varlığım, onlara pek rahatsızlık vermez. Ben yokmuşum gibi devam ederler konuşmalarına. Birbirlerine en gizli sırlarını bile anlatırlar. Onlardan biri olmadığım için, öğrenmemin hiç sakıncası yoktur. Senelerdir, her sabah karşılaşırız. Her sabah, ben de onların sohbetlerine eşlik ederim; hiç konuşmadan… Onlardan biri değilim ama aramızda uçurum da yok yani. Bu sitelerdeki yazlıkçılar, orta halli insanlar. Hiçbirisi, zengin veya tanınmış kişiler değil. Memur ve öğretmen emeklileri, doktorlar, avukatlar, esnaflar; bir de Avrupa ülkelerinde çalışan veya oralardan emekli olmuş “Almancı”lar. Köyümüze komşu olan bu sitelerde yaşayanlar, çok zengin veya ünlü olmasalar bile, benim için yine de ulaşılmaz kişiler.
Her sabah, zorunlu olarak bu sahilden geçiyorum. Köyün hayvanlarını toplayıp meraya götürüyorum. Çobanım ben… Dört yıldır köyümüzün hayvanlarını güdüyorum. Okuyamadım… İlkokuldan sonra iki yıl yatılı Kur’an kursuna gittim. Sevmedim orayı… Babamın bütün ısrarlarına karşın ancak iki yıl dayanabildim. Sonra Ortaokula yazdırdı beni. İki yıl da Ortaokula devam ettikten sonra, “Orta ikiden terk” olarak eğitim hayatım sona erdi. Önce, kendi hayvanlarımızla başladım çobanlığa. Babam yaşlanmıştı iyice. 7-8 büyükbaş hayvanımız vardı. Onlara bakarken, köylülerimiz, kendi hayvanlarını da bana emanet etti. Her evin en az bir iki hayvanı var. Sonuçta, 35-40 hayvana bakıyorum. Tabi, köylülerden, hayvan başına belli bir miktar para alıyorum. Harçlığım oradan çıkıyor. Meramız köye biraz uzak ve oraya gitmek için en uygun yol, deniz kenarı… Yani ben, dört yıldır, her sabah bu sahilden geçiyorum ve bu sayede buradaki yazlık komşularımızın (Sadece sabah yürüyüşü yapanların) her şeyini öğrenebiliyorum.
Örneğin; karşıdan gelen, mayosu ve şapkası eskimiş, saçları bembeyaz olmuş amca… Tek başına yürür, öğretmenlikten emekli… Belli ki tek bir emekli maaşıyla geçiniyor. Nasılsa sahilde bir yazlık ev edinmiş. Maddi durumu çok iyi değil ama akıllı… Her sabah yürüyüp sağlığını koruyor. Karşılaştığımızda mutlaka, gülümseyerek, “günaydın,” der. Bazen, yolda karşılaştığı kişilerle birlikte yürür. Öğretmen olduğunu, bu yürüyüşlerdeki sohbetlerine kulak misafiri olarak öğrendim. Örneğin; şu, arkamdan gelip beni geçen, iki elinde kayakçılarınkine benzeyen sopalar bulunan yaşlı amca… En az seksen yaşında… Çok erken saatlerde yürüyüşe çıkıyor; elindeki sopalardan destek alarak, tempolu bir şekilde yürüyor. Yaşına göre oldukça dinç… Hep yalnız… Kimseyle muhatap olmaz… Bu yüzden de ne olduğunu, kim olduğunu, öğrenemedim bir türlü. Ya idarecilikten emekli veya hâkim, savcı gibi adliye personeli idi meslek hayatında. Örneğin; şu, beyaz tişörtlü, kıvırcık saçlı, orta yaşlı amca… Ya hızlı tempolu yürür veya koşar. Yolda tanıdığı birine rastlarsa onunla birlikte geri döner. Onun için konuşmak, muhabbet etmek, spordan daha önemlidir. Birlikte yürüdüğü kişilerle genellikle siyaset konuşur. Bazıları ona, ”başkan,” diye hitap ettiğine göre, bir partinin İl veya İlçe başkanı falan olmalı. Örneğin; denizin kenarında torunuyla oynayan, şu, uzun boylu sportmen görünüşlü amca… Önceki yıllarda, sabahları en az bir saat koşardı sahilde. Hiç ara vermez, tanıdığı birilerine rastlasa bile onunla kısa konuşması sırasında, yerinde koşmaya devam ederdi. Bu yıl torununu eğlendiriyor. Torunu kumlarla oynarken, o da kısa koşular yapıyor çevresinde. Gençliğinde futbolcuymuş. Önemli takımlarda profesyonel futbol oynamış. Örneğin; şu, hızlı hızlı, kısa koşular yapan dede… Dede diyorum, çünkü en az 70 yaşında… Üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmış. Şimdi emekli. Gençliğinde futbol hakemliği yapmış. Yürüyüşçüler onun hakkında: “Bu yaşta, bu kadar koşmak pek sağlıklı değil, inşallah bir yerine bir şey olmaz,” diyorlar.
İlk zamanlar hiç ilgilenmedim. Biraz da çekinerek geçiyordum yanlarından. Hayvanlar, sahile pisliyor ve kirletiyorlardı. Ben de küçüktüm tabi. Her ne kadar giyinik olmasalar da sahilde yürüyenlerin, önemli kişiler oldukları belliydi. Bana kızacaklar diye korkuyordum. Şimdi boyum posum, gücüm kuvvetim yerinde. Örneğin, şu gıcık herif… Pahalı bir tasma taktığı Dalmaçyalı köpeği ile yürüyen… Bu, her yaz ayrı bir köpeği sahiplenir; yaz boyu onunla hava atar, sezon sonunda o hayvanı terk eder, gider. İlk yıl, yanından her geçişimde, söyleniyordu: “Burası köy merası mı kardeşim? Köye çevirdiniz burayı! Başka yerden geçirin bu hayvanları!” Ben, hiç sesimi çıkarmıyordum tabi ki. Şimdi, o benden çekiniyor. Gözünün ta içine bakıyorum geçerken. Köpeğinin tasmasını çekiştirerek, yandan yandan geçip gidiyor.
Herkes onun gibi değil. İçlerinde çok samimi, insanlar var. Örneğin; şu, uzun boylu, hafif göbekli amca… Yaşı seksene yakın ama enerjisi müthiş! Yolda kime rastlasa hemen samimiyet kurar ve sohbete başlar. Biriyle yürürken, karşıdan gelen başka biriyle geri döner. Bazen, sabah yürüyüşünü, üç dört ayrı kişiyle bitirdiği olur. Yalnız yürüyorsa bana da takılır. Birlikte yürürüz. Almanya’da çalışmış, şimdi emekli… Devamlı o konuşur, sen dinlersin. Her sabah keçiboynuzu yediği için böyle enerjik olduğunu söyler ve çoğunlukla, Almanya’da ve Türkiye’de başından geçen anıları anlatır. Bu anılar, genellikle kadınlarla ilgilidir ve onu dinleyenler, inanıyormuş gibi yapar; hatta daha fazla anlatması için teşvik ederler. Konuşacak bir şey bulamasa Karadeniz türküleri söyler: “Oy dereler dereler, neler bilirum neler.” Aslında, onların bir gurupları var. Aynı siteden 8-10 komşu… Sabah saat sekizde buluşup birlikte yürüyorlar. Geçenlerde kulak misafiri oldum. İçlerinden biri: “Sabah, geç kalan olursa bizi izlemek için, benim terliğime baksın; terliğimin ucu ne yönü gösteriyorsa biz o tarafa gitmişizdir,” diyordu. Onlar, bu sahildeki en ilginç insanlar. Gurup halinde ve bol bol konuşup gülüşerek yürüyorlar. İçlerinde en çok konuşan da o Karadenizli, Almancı amca… Bunlar, yürüyüş dönüşü dinlenirken, oturdukları yer dolar. Sohbetlerine, komşu sitelerden bile katılanlar olur. Sabahları, sahilin tadını bunlar çıkarıyor.
Az da olsa, çift olarak yürüyenler de oluyor. Karı koca, baba kız, anne ve çocukları, dede ve torunları… Şu, müdür emeklisi ve karısı… Adam, en az 10 adım ileriden yürüyor. Hızları aynı olduğu halde, neden birlikte yürümediklerini anlamadım kaç yıldır. Örneğin, şu, karı-koca doktorlar… Benim ikinci ailem onlar… Hayatımı borçlu olduğum kişiler… Onlar sadece Cumartesi ve Pazar günleri yürüyor. İkisi de Aile Hekimi… Yan yana yürüdükleri halde pek konuşmuyorlar. Hafta boyu, insanlarla konuşa konuşa usanıyorlar demek ki; birbirleriyle konuşmaya bile enerjileri kalmıyor; ben hariç… Hayatımı kurtardıkları o günden beri, her rastlaştığımızda, mutlaka ayaküstü bir iki laf ederiz. Nasıl olduğumu, hastalığımın durumunu sorarlar; ben de saygıyla yanıtlarım sorularını. Başka bir çift: Yaşlı karı-koca öğretmenler… Dört yıldır görüyorum onları. Düzenli olarak, birlikte yürüyorlar. Konuşuyorlar, kahkahalarla gülüyorlar. Belli ki çok neşeli bir yaşamları olmuş. Birbirlerine karşı davranışlarına bakılırsa çok iyi öğrenciler yetiştirmişlerdir, meslek yaşamlarında. Benim de böyle hoş sohbet, neşeli, sevgi dolu öğretmenlerim olsa belki öğrenim hayatım bu kadar kısa sürmezdi.
Bir de gençler var… Karı-koca, nişanlı, sevgili veya kardeş… Ayrıca, kız kıza arkadaş olarak gezen, tek başına yürüyen, kızlar veya kadınlar da oluyor. Kadınlar, genelde ya utangaç utangaç veya çok cesur, dikine dikine yürüyor. Taktıkları koyu renk güneş gözlüklerinin arkasından, nereye baktıklarını anlayamıyorum. Mayolarıyla veya mayo üstüne giydikleri kısa elbiselerle, şortlarla, bazıları, sanki suç işliyormuş gibi, yüzleri yere veya denize dönük olarak geçiyorlar; bazılarıysa doğrudan, sizin yüzünüze yüzünüze bakıyor. Yanlarındaki erkekler ise genellikle, direk bana bakıyor ve beni göz hapsinde tutarak, kızlara bakmamı engellemeye çalışıyorlar. İlk zamanlar, çocukken, ben de utanıyordum onları görünce. Hayvanları hızlandırıp yanlarından çabucak geçmek istiyordum. Zamanla alıştım. Onlara, özellikle kız kıza veya yalnız yürüyen kadınlara, dik dik bakmaya başladım. Yanlarından geçerken, yere veya başka tarafa bakmaları, hoşuma gitti. O bakışlar bana büyüdüğümü hissettirdi diyebilirim. Büyüdükçe onlara bakış amacım farklılaştı. Şimdi, onlara bakmak hoşuma gidiyor. Benim için ulaşılmaz olduklarını bildiğim halde, yine de gözümü ayıramıyorum. Tabi bakışlarım hep kaçamak… Hiçbirine, rahatsız edecek şekilde, ısrarla bakmıyorum. Hele de hayatımı kurtardıkları o günden sonra…
İlk yıl her şey çok farklıydı. Ben hayvanları geçirmeye başladığımda, sahilde kimseler yoktu. Henüz, sezon açılmamıştı. Birden, sadece ayağında mayosu ve başında kepi olan insanlar çıkmaya başladı karşıma. Ne yapacağımı bilemedim. Hayvanlar denizin kenarından, tam, insanların yürüyüş yolundan gidiyordu. Karşıdan gelen bir kişi için, 35-40 hayvanı denizin kenarından çıkarıp yumuşak kuma sürmek çok zordu. İşi oluruna bıraktım. Hayvanlara hiç dokunmadım. Yazlıkçılar, hayvanların yanından, kumdan veya denizin içinden geçip gitmeye alıştı. Önceleri, yanımdan geçerken söyleniyorlardı; zamanla beni ve hayvanlarımı kabullendiler.
Ben onları hiç sevmedim aslında. Çok farklı insanlardı. Bizim köylülere hiç benzemiyorlardı. Biz, yediğimizi eritmek için çalışırız; onlar, her şeyi yiyor ve sonra da zayıflamak için sahilde çabalayıp duruyordu. Yazlık evleri olduğuna göre, çok varlıklı olmalılar. Burnu büyük, ukala, kendini beğenmiş halleri var. Bizi hiç beğenmez bunlar, küçük görürler herhalde. Ayrı dünyaların insanları… Kendilerinden başkasına bir hayırları dokunmaz. Hep böyle düşündüm… Hiç ısınamadım onlara… Ta ki o güne kadar… Bu insanların, benim hayatımı kurtarmak için nasıl canla başla çabaladıklarını bizzat gördüğüm, o güne kadar…
Geçen yazın ortalarıydı. Her sabah olduğu gibi, hayvanlar önde ben arkada… Hava sıcaktı. Sabah saatlerinde bile güneş kızdırıyordu. Serinliğinden yararlanmak için, denizden yürüyordum. Birden… Başım döndü… Gözlerim karardı… Bir heykel gibi, uzunlamasına suya devrildim. Su yutmamak için çabaladığımı hatırlıyorum. Gerisi karanlık…
Kendime geldiğimde, bütün sabah yürüyüşçüleri başımda toplanmış, telaşlı telaşlı konuşuyor, ambulans neden hâlâ gelmedi diye kızıp duruyorlardı. Beni kumsaldan çıkarmışlar, ambulansın ulaşabileceği bir yere taşımışlardı. O ana kadar neler olup bittiğini, sonradan öğrendim.
Doktor amca ve karısı, sabah, evlerinden çıkıp yürüyüş için sahile indiklerinde, denizde upuzun yatan birini görmüşler. Önce öldüğümü düşünmüşler. İkisi, beni kıyıya çıkarıp kumların üzerine yatırmış. Sonrası, bir saat süren bir kurtuluş öyküsü… Sahilde yürüyen herkes, başıma toplanmış. Ayaklarımdan tutarak, beni, yukarı kaldırmışlar. Ciğerlerimde biriken suları boşaltmışlar. Suni teneffüs falan derken, tam bir saat beni hayata döndürmek için uğraşmışlar.
Sonrası, ambulansla hastaneye gidiş… Günler süren tedavi… Tedavi süresince, doktor amca ve karısının hastane doktorlarıyla görüşerek, düşük tansiyon hastalığımın nedenlerinin araştırılması, tedavimin devam etmesi ve eve dönüşüm…
Beni hastaneye gönderdikten sonra, bütün yürüyüşçüler seferber olmuş; hayvanlarımı toplamışlar, sora sora köyü ve bizim evi bulmuşlar, hayvanları babama teslim etmişler, bizimkilere hastalığımı anlatmışlar. Arabalarıyla, onları hastaneye getirmişler. Hastaneye ve eve, ziyaretime geldiler kaç kez.
Şimdi… O olaydan sonra… Sabah yürüyüşçüleri hakkında düşüncelerim tamamen değişti tabi ki. Şimdi, hepsini seviyorum ve sonsuz saygı duyuyorum. Yine her sabah o sahilden geçiyorum… Yine onları rahatsız ediyorum, ister istemez… Onlar, bana karşı yine anlayışlı… Eskiye göre farklı olan benim. Ben, her rastladığıma, “günaydın,” diyorum; iyice yere eğilerek… Onların selam vermesini beklemeden, ben selam veriyorum. Artık, tek başına yürüyüş yapan kızlara bile bakmıyorum. Hepsi, benim ailem oldu. Bir kişi hariç… Hani o, Dalmaçyalı köpeğini gezdiren ukala var ya? Ona hiç saygı duymuyorum. Hâlâ, yanından geçerken dik dik bakıyorum. Ona karşı kızgınlığım da kurtuluş günümle ilgili. O gün kumsalda ambulans beklerken, herkes benim için telaşlanırken, hayal meyal gördüm onu. Yine her zaman olduğu gibi, köpeğinin tasmasını çekiştirerek, yanımızdan geçti; hem de bir kaç kez… Hiç ilgilenmedi… Bakmadı bile… O gün bu gündür, ben ona eskisinden daha çok gıcık oluyorum.
12.08.2020
Bir cevap yazın