“HAMİDİYE MAHALLESİ SAKİNLERİNDEN, ZOROĞLUGİL’LERDEN AHMET ZORLU’NUN HANIMI YETER ZORLU DÜN GECE SABAHA KARŞI VEFAT ETMİŞTİR. CENAZESİ ÖĞLE NAMAZINDAN SONRA KÖLÜKOĞLU CAMİSİNDEN KALKACAĞTIR. ALLAH RAHMET EYLESİN. TEKRAR EDİYORUM…”
Elini kulağına götürüp de sağır gibi görünmek istemedi. Sağır değildi elbet. Âdeti olduğu üzere bu anonsun evvelindeki vakitsiz salâyı duyar duymaz hemen kalkmıştı. Şimdi tahta zeminde üşüyen ve son on yılın her üç ayında biraz daha küçülen ayaklarına olabildiğince çabuk geçirmişti beyaz çoraplarını. Büyük gelini bu halini görse hemen: “Sosyetenin düşkünü, beyaz giyer kış günü” derdi. Derdi demesine de bunu duyabilir miydi? Duyardı tabi. Sağır değildi ya. Bu kulaklar sağır olsa salâyı nasıl duyacaktı. Sağır olsa gelininin geçen gece mutfakta yeğenlerine: “Yok anam yok, ölmeyecek, ne hastası beni gömer, başıma kalacaklar gördün mü” deyişini işitir miydi. İçinden sövdü. “Kahpenin eniği” dedi: “Allah eline düşürmeye” diyerek duayla aklından attı gelinini. Anonsu ikinci kez duyabilmek için köşk denilen geniş ikinci kat verandasının tırabzanlarına yaklaştı. Sabahın yedisiydi, dertlerin azışıydı, canı burnundaydı. Tuttuğu tırabzanı kavramak için elini sıkınca zümrüt yeşili damarları iyice belirginleşti. Eskiden, bundan ta kırk sene evveli: “Kan alacak damarın yok” demişti gönlünü ataşa salan o taze avrat. “Yedin doymadın” demişti. Bu lafı yıllarca kılsız göğsünde kör kama gibi saklamıştı. Şimdi gelse ya o avrat, görse ya halini ihtiyarın. Sönmüş, kısalmış, eti lotu gitmiş, damarları derisinden taşacak hale gelmişti. Diliyle gönlünü yaracağına, teliyle damarına girseydi de kan olsaydı ya şimdi. Semayı dolduran hoparlör cızırtısını ve müezzin Abuzer’in nefes alışını fırsat bilip boğazını temizledi beklerken. Temizlemez olaydı, ciğerleri döküldü yine. Tütünü, arakıyı keseli otuz sene olmuştu ama bir kere musallat olmuştu işte astım belası. Öksürürken Amicimgil’lerden müezzin Abuzer daha düşük ve daha uykulu bir tonla tekrar etti ölenin adını sanını. İçini yırtan öksürüklerinin arasından Hamidiye’li olduğunu anlayabildi ölenin. Birde “hanımı” lafını duydu. “Kimin avradı ola” diye sordu seslice. Sorar sormaz da başını arkaya çevirip: “Hele hüsün hele” diye azarladı. Arkada kimse yoktu. Olsa da zaten konuşmazlardı, o’nun gibi salâyı dinlerlerdi. Dinlemeyen, öleni umursamayacak hatta tanımayacak kadar genç olan torunları bile konuşmazdı papara yememek için. Salâ verildiği vakit herkes derhal kulak kesilir, ses kesilir, ve tüm başlar caminin yönüne çevrilirdi. Torunlar, bir önce ölenin salâsından tecrübeli ve dinlemeye tembihli olurlardı. Onların kulakları daha keskindi. Sanki başka bir dili çevirircesine anında tekrar ederlerdi duyduklarını. Cümleleri bitmeden kadınların elleri ağızlarına gider: “Uuuvv” derlerdi, “Ah” derlerdi, “Vah” derlerdi. Erkeklerin arasında gözleri dolmaya ve ağlamaya sadece o’nun yani babanın, kaynatanın, dedenin, dayının yani öksürükleri yüzünden ikinci tekrarı da kaçıran bu adamın hakkı vardı sadece. Eskiden ağlamazdı. Ağlanır mı hiç! Bu adet son iki senedir çıkmıştı. Bir zamanlar o’da torunlarından farksızdı. Salâlar önemsizdi. Her sene, her göçenin ilanında biraz daha yumuşadı, biraz daha düşündü. İlk gözyaşını korktuğu için döktü iki sene evvel. Geçip giden ve giderken tüm tanıdıklarını birer birer götüren zaman yavaş yavaş ölümü örmüştü içine. Alttan su yiyen duvar gibi çatlamaya, çökmemek için salâlardan sonraki anonsları dinlerken genç isimleri ummaya başladı. Giden genç olunca daha çok konuşuyor, daha yumuşak laflar ediyor ama içten içe daha az üzülüp daha az korkuyor hatta rahatlıyordu. “Genci de gidiyor bak” diyordu, “Bunu da aldı ama daha beni almadı çok şükür” diyordu, “Evelallah eski toprağım, ölmem daha gün göreceğim” diyordu. Bunları hep içinden diyordu tabi. Dışına başka konuşuyordu, af dileyen gözleri ağlıyordu. Evde kendisi hariç herkes uyuyordu. Öyle ya kala kala bir avradı kalmıştı zaten. Yazan bile bu konağı hep kalabalık hatırlıyordu. Daha doğrusu bu adam hayattayken konağın o kalabalığının çekileceğine, herkesin bir yerlere gidip bu iki ihtiyarı yalnızlığa terk edeceğine ihtimal verememişti hiç. Adamda öyle düşünüyor olacak ki arkasına dönüp: “Hele hüsün hele” demişti. Yalnız olduğunu unutmuş muydu yoksa yedirememiş miydi? Bunun cevabını yazan bile bilmiyordu? Yazan “herkes uyuyor” derken koca evde kalakala kocakarı ile adamın kaldığını unutmuş muydu yoksa yedirememiş miydi, yüzleşmek mi istemiyordu. Belki utanmasa yalan yazacaktı. Hayır gitmediler, sadece odalarında uykudalar, terk etmediler, burası hâlâ elim kavgaların, dedikoduların, kalabalık yemeklerin, sarhoş oğulların, et kaçıran kedilerin, bahçeyi sulayan, duta çıkan cin cücüğü torunların konağı diyecekti belki de. Ama kimse kalmamıştı. Anlatacak olay bitmişti. Nevruzlar savrulmuş, bir köy burada bir karşıda kalmış, kırk senelik ağaç kurumuş kalmıştı ve kimse gelmiyordu, gelmeyecekti de. O yüzden kendi sesiydi bu ihtiyarın. Kendi kendine konuşmuş, kendi kendini susturmuştu.
Kocakarı uyanıp arkadaki kış armudu renkli salon kapısını açtı. Üzerinde Istanbol’daki kızının Mekke’den getirdiği gecelik, kafasında kınalı saçlarına yapışmış bir dolak ile: “Biri mi ölmüş ula” dedi telaşla. Hemencecik susturuverdi eskimiş avradını. Birde temizinden sövdü beklerken. Küfrü yiyen avradı son aylarda iyice alışkanlık edindiği gibi ardı ardına dizdi herifinin sırtına bedduaları. Dayanamayan ihtiyar: “Sesini kes” diye hırlayınca, kadın benlerle dolu, pörsümüş yüzünü iyice ekşitip gözlerini belerterek: “Sesin karayerin altından gelsin” dedi. “Dur hele” dedi adam inatla. “Kim ölmüş dinleyek hele” dedi. “Kimse toprağına gidesin sende inşallah” dedi kadın. Adam arkasındaki avradının yarım asır önce ölen anasına ve aslında olması mümkün olmayan avradına sövdü bu seferde. Kadın anasına laf gelmesine dayanamayıp: “Uy herif” dedi öfkeyle: “İki gözünün ışığı söne herif” dedi. Sonunda kapıyı hars ile çarpıp yeniden yatağa döndü. Adam az etti ki öldüre bu avradı. Öldüre de yenisini ala. Ama bu mümkün değildi. Kalan son yoldaşı bu kör avrattı çünkü. Halbuki o gönlüne ataş eken kadını unutamamıştı hâlâ. Ne vakit karısından şikayet etse yine bu malum pişmanlığın ve daim umudun ete-kemiğe, saça-surete bürünmüş hali gelirdi vernik yeşili gözlerinin önüne. Gözlerinin önüne değil esasen tam içine. Ettiği laflar kırk senedir içinden çıkmamıştı. Şimdi karısı neler diyordu ama umuru değildi, şimdi hiçbir laf o zaman ki gibi kalmıyordu içinde. Geçen geldiğinde gelinin dediklerini on, yirmi sene evvel duysa değneği çeker, etini tahtaya döker, avlu boyu yüzüstü sürürdü ama artık kötü sözü çarçabuk unutuyordu. Avradının öfkesini, bedduasını, nefretini de unuttu. Ama: “İki ışığın söne” lafını duyunca içi üşüdü, gönlü buz oldu. Zira iki ışığı o taze avrattı hâlâ. Bundan ta kırk sene evvelinde ki o hükümet gibi olan sivri dilli kadındı iki gözünün ışığı. Suratı düşünce yarı canı gitmiş gibi olurdu. Güldü müydü bir kantar yağı erimiş gibi olurdu. O’nu ilk görüşü ile son görüşünde ise beyni kuyu düşmüş gibi olmuştu tabi bundan ta kırk sene evvelinde. O zamanlar ihtiyar değildi, at üstünde, ip elde, derhe (orak) belde yağız bir delikanlıydı. Gönlüne ataş salan o taze avrat ise hâlâ kırk sene önceki halindeydi, hiç değişmemiş zinhar yaşlanmamıştı. İki gözünün ışığıydı hâlâ, kalan son ışıktı. İki gözünün tam içinde yine onun sureti vardı. Gönlünde ise gerisinde bırakışının, sözden dönüşünün, babasından korkup onu kaçıramayışının, başkasına verildiğinde düğünü basamayışının, elini bir daha hiç tutamayışının ezintisi vardı. Gözleri yine ışıldadı. Onu görünce ışıldardı adamın gözleri, hiç değişmedi bu. Zaten gözleri ve ışıltı değişmeyen tek şeydi. Yoksa derisi dahi değişmişti.
“HAMİDİYE MAHALLESİ SAKİNLERİNDEN…”
Biran da durdu ve yeniden dikkatini son anonsa verdi. “ZOROĞLUGİL’LERDEN” dedi Abuzer. “AHMET ZORLU” dedi ve devam etti. Ciğerlerinde ve boğazlarında yıllardır tıkanıp duran bütün önlemleri unutarak derin bir nefesi elinde olmadan içine aldı ihtiyar. Nefesi göğsünde sıkılı kurşun gibi takılıp kaldı. Karnından yukarı soğuk, kuru ayazdan bile daha soğuk bir sızı duman bulutu gibi boğazına kadar yükseldi. Bu soğuk sızı bir süre içini buz kestirdi. Göğsündeki o kırk yıllık kör kamanın olduğu yerin sanki kanlı-canlı bir kama varmışçasına acıyıp sıkıştığını hissetmeye başladı. Göğsündeki kör kamanın sıkıştırdığı yerden bedenine aniden sıcak, sımsıcak bir şeyler yayılmaya başladı. Kanının içinden, tam kırk senedir o kamanın saklı olduğu yerden çıkıp organlarının üstünü kapladığını hissetti. Abuzer anonsu çoktan bitirmişti ama isim hâlâ tekrar ediyordu ateş gibi yanan kulağında, boğazında, kafasında. “YETER” diyordu Abuzer’in sesi: “YETER ZORLU” diyordu. Bir süre sonra “YETER ZORLU” ismi içinde kendi sesiyle yankılanmaya başladı ihtiyarın. “YETER ZORLU” diyordu: “ÖLDÜ” diyordu: “SÖNDÜ” diyordu ses: “İKİ GÖZÜNÜN IŞIĞI SÖNDÜ” diye anons ediyordu. Toprağına gideceğin kişiydi bu. İçinde hâlâ derinden, çok daha derinden bir ses anons ediyordu o’nun ismini. Ses ihtiyarın kendi sesiydi. Kendi sesine inanmak istemiyordu. Tırabzanlardan aşağı, bahçenin toprağına beyni kuyu düşer gibi oldu. Ölenin toprağına gider gibi. Sesi, kendi sesi artık karayerin altından geliyordu.
H.MURAT KARAKÜTÜK
21 OCAK 2017
GECESİNDEN
22 OCAK
04:20’YE
Bir cevap yazın