Hatırlıyorum, çocukluğumda, sadece İzmir’de, camekânlı seyyar arabalarda satılırdı Şambali.
Artık İzmir dışında bile, kabaca her tatlıcıda görüyorum. Ancak seyyar arabalara pek
rastlayamaz oldum. Şimdi yalancısını da “Şambali” diye satıyorlar. Değil asla! Ona yoğurt
tatlısı denir. Yarı yarıya irmik ve unla çırpılır. Oysa hakiki sokak şambalisinde yoğurt olmaz,
irmikler diş diş ağza gelir. Kıvamı daha ağdalı, daha baklavamsıdır. Baklava tepsisi içinde,
ince uzun dikdörtgenler şeklinde dilimlenir ve her dilimin tam ortasına, üzerine dökülen
şerbetin parlattığı birer yer fıstığı dizilir. Eğer camekânlı seyyar bir arabadan alıyorsanız,
küçük parçalara ayrılmış saman kâğıtla tutuştururlar elinize. Tüm İzmirliler bilir bu tatlıyı.
Çok da severler. Evlerde de yapılır illaki ama sokakta satılanların tadı bir başkadır. Adı neden
böyledir ya da başka bir adı var da bizler söyleye söyleye mi bu hale getirdik inanın
bilmiyorum. Ancak bildiğim tek bir şey var ki o da çok lezzetli olduğu.
Memleketten ayrılıp, temelli buralara yerleşeli, çok uzun zaman oldu. Biz de hayatın daha
güzel ve kolay olduğunu zannederek koştuk geldik İstanbul’a. Önce bir hevesle, bir heyecanla
iyi ki gelmişim havası esti. Kocaman binalar hayranlıkla seyredildi, tüm alışveriş
merkezlerine gidildi, tarihi yapılar gezildi. Sözde modernlik, renkli kalabalık, çarşı-Pazar
büyüledi resmen. Sonra koca bir kazan aşure misali, bu şehir, seksen küsur memleketin
insanını ile bizi de kaynattı. İyice özleştirdi, önce suyunu saldırıp, sonra çektirtti. Ağızda
dağılacak kıvama getirip, herkesin tadı birbirine sirayet edecek şekilde pişirdi…
Oradan buradan, daha iyi koşullarda yaşamak amacıyla, köyünü, kasabasını, ata toprağını
bırakıp da gelen birbirinden farklı onlarca kültür. Gelen burada değişmiyor, burayı bildiği gibi
değiştiriyor anacım. Yün yorganını, nargilesini, hamsi tavasını, halı döveceğini nihayetinde
örfünü âdetini de getirip, küçük küçük medeniyetler kuruluyor. Şehrin arka sokaklarına, tozlu
konfeksiyonlara, rutubetli, daracık merdivenli binalara, çiş kokan köprü altlarına, bodrum
katlarına sıkışıyor tüm yaşamlar. Burada insanlar arasında bir uzaklık, bir kopukluk, bir
güvensizlik var. Komşu çok komşuluk hiç yok. Sanki devlet kararnamesi çıkmış da konuşmak
yasak tanımadığınla. Bir Allah selamı, bir sıcak gülümseme bile yok. Yazık!
Oysa benim memleketimde, birbirini tanımayan insanlar bile sokakta selamlaşıp;
“-Merhabayin” demeden, “-Güneş tıpkı yaz gibi yakıyor bugün hanım kızım.”
2
“-Poyraz da fena esti, gece körfezin kokusu ta buralara kadar geldi.” diye ufak lakırdılar
etmeden güne başlamazlar. Tüm kediler besili, tüm martıların karnı tıka basa gevrek doludur.
Boşalan zeytinyağı tenekelerine dikilmiş en pembe, en mor, en kırmızı sardunyalar,
kokusuyla insanı büyüleyen fesleğenler, mermer merdivenli, beyaz kireç boyalı evlerin kapı
önlerini süsler. Mutlaka bahçe duvarlarından yola doğru, gelen geçene koksun da içi
ferahlasın, işi gücü rast gitsin diye; bir hanımeli, bir Arap yasemini, hoş kokulu bir selluka,
sarkar. Bir kere tüm sokaklar illaki denize çıkar. Rüzgârı kekik, zeytinyağı ve üzüm kokar.
Dağlardan, ovaya, sokak kuytularından açık pencereli evlere dolar bu rayiha. Kokuyu,
esintiyi, şifayı, şehrin ruhunu kaçırmamak için tüm pencereler ve perdeleri ardına kadar hep
açıktır. Çeşit çeşit satıcı gevrek, boyoz, pamuk şeker, süt darı, buzlu badem satar. Sahi ya
buraya geleli beri sokakta satılan şeylerden de almaz oldum pis mi temiz mi endişesiyle.
Neyse ki bir ayağım hala orada, İzmir’de. Bir fırsatını bulur bulmaz, hemen koşuyorum
memlekete. Bakmayın çok pişmanım aslında ayrıldığıma. Büyük bir kusur işlemiş, hayal
kırıklığına uğramış, pişman olmuş ancak yaptığı hatayı itiraf edemeyip gurur yapar gibiyim.
Geri de dönemiyorum utancımdan temelli.
En son gittiğimde belki beni affeder diye sokaklarında pek bir dolaştım avare. Benim
bıraktığım gibi yerli yerinde mi şehir diye kolaçan ettim. Mahalle aralarını, pazarları,
kasabaları, çarşıları gezdim. Her şey ezberimdekiyle aynıydı. Ölen kalan da yoktu. İçim
rahatlamış, huzur dolu olarak ama yine de isteksiz döndüm adı İstanbul olan bu koca şehre.
Yolum Karşıyaka’ya düştü yine bir gün. Terzi işim vardı. Kilo aldım da biraz, etekleri,
pantolonları genişletmek icap etti. Arka sokaklardan, apartman aralarında kalmış kocaman
limon ağaçlarını seyrederek yürüdüm. Küçücük bir tatlıcı dükkânı gözüme çarptı. Vitrininde
sarı şambaliler diziliydi. Pek bir canım çekti. “-Şuncacık tatlıdan ne çıkar ki? Bir tane yerim
olur biter. Yarın diyete devam.”
Şerbetleri de epey ağdalı göründü gözüme. Rengi de koyucaydı, tam sevdiğim gibi, fazla
kızarmış, üstünde de yer fıstığı. İçeriye kafamı uzattım. Sanki tanıdık bir yüz görür gibi
oldum. Bir dalga geldi geçti içimden. “-Kimdi bu? Kimdi bu?”
Birden anılar canlanıverdi zihnimde…
Çocukluğumun ve gençliğimin yazları mütemadiyen, bir balıkçı kasabası olan Çandarlı’da
geçti. Gündüzleri yapacak iş çoktu. Gel gelelim hava kararıp akşam oldu mu sıkıntıdan
patlıyorduk. Ne yapalım, kendimizi nasıl oyalayalım derken yaptığımız incik boncuğu gece
3
sahil boyunda satalım dedik. Yalnız o zaman adı duyulmamış gizli cennetler gibi Çandarlı
sahilinde de geceleri in cin top oynardı. Saat on bir dedin mi herkes çoktan evine çekilmiş
olurdu. Şimdiki kalabalıktan eser yoktu. Gece, sahil boyunda saysan on beş -yirmi kişi anca
vardı gezinen. Çoğu da çiğdem çitleyen, dondurma yiyen kasaba halkıydı. Sen, ben, bizim
oğlan. İşte o günlerde, gece sahil boyunca dolanıp satış yapan üç seyyar satıcı vardı; ben,
şambali satan amca ve süt darıcı…
Gencecik bir lise öğrencisiydim. Ne hayallerim vardı. Gündüzün tuzunu üzerimden atıp,
güneş tam batarken, erkenden kurardım tezgâhı. Sırayla diğer satıcılar da gelirdi yanıma. Her
gece, üç kader arkadaşı birbirimizi selamlardık, bol satışlar diler, köşelerimize yerleşirdik.
Orta yaşı epey geçkince olan diğer iki arkadaşım, ilk günden itibaren, pek bir tuttular beni. Bir
de Kemal amca olurdu bizim yanımızda. Güzelim bahçeli evi, hemen sahilin sırasındaydı.
Akşam yemeğini yer yemez katlanır sandalyesini alır, hırkasını omzuna atar, ağır aheste
adımlarla yanımıza gelirdi. Üçümüz kalkıp gidene kadar da otururdu bizimle. İlk satış
günümde, gelince şöyle bir bakmıştı bana. Bir tarafta, harıl harıl satış yapan darıcı ve
şambalici vardı. Onlar zaten çocukluk arkadaşıydı. Diğer tarafta ise henüz bir şey satamamış
ben duruyordum. Kıyamamıştı.“-Hadi gari şeften de benden çocuk” diyerek, cebinden en
büyük bozukluğu çıkarıp atmıştı tezgâhıma.
Ben onlarla vakit geçirmekten mutluluk duyuyordum. İnsana tatlı bir masalın başındaki
tekerlemeyi dinliyor hissi veren şiveli konuşmaları, kendi aralarındaki atışmaları, arada bana
sataşmaları çok hoşuma giderdi. Hafifçe yüzümü yalayarak esen rüzgâr, denizden gelen iyot
kokulu dalga şıpırtısı, lokantalardan sokağa taşan kahkahalı sesler, mis gibi kızarmış balık
kokuları… Büyüleyici bir ortamdı, varsın satış olmasın. Bir yandan müşteri bekleyip, bir
yandan da gelene geçene bakıp çiğdem çitlerdik. Kim gilin gelini başka adamla Denizli’ye
kaçmış? Berber Nuri’nin çocuklar, babaları ölüverince mirası bölüşememiş de dükkânı yok
pahasına vermişler. Mürüvvet’in oğlan tüm zeytinliği satmış da parasını Rus dostuna
yedirmiş… Onlar anlatır ben dinlerdim. Bazen dedikodular biter, günlük ekonomi ve spor
haberleri başlardı. Ondan sonra zeytin, zeytinyağı, ilaçlar, gübre fiyatları gelirdi. Ay batıp,
hafif bir meltem başladı mı konu hep aynıydı. Mübadele yılları… Hüzünlü hayat hikâyeleri
ve mecburen terk edip geldikleri Rumeli’den konuşurlardı. Yaşanmışlıklardan,
kavuşulamamış sevdalardan, geride kalanlardan bahsedip duygulanırlardı.
O günden sonra satışlar Maşallah pek bir açıldı. Gerçi laf aramızda Kemal amca, yakışıklı mı
yakışıklı bir kasaba delikanlısı olan torununu, mecbur etmişti benden her hafta bir şeyler
4
almaya. Zavallı delikanlı da sesini çıkaramaz, o zeytin karası gözleriyle bana kaçamak
bakışlar atardı. Utanır gibi olsam da hoşuma giderdi. Hoş çocuktu doğrusu. Ne yapacağını
bilemediği inciği boncuğu satın alırdı eli mahkûm. Bir kısmını annesine, kız kardeşine
veriyordu herhalde. Arabasına nazarlık diye asmış, görmüştüm bir kere. Tam pazarın
kurulduğu sokağa çıkan dönemeçte neredeyse ezecekti beni. Ani bir fren sıkınca, dikiz
aynasına astığı, ellerimle dizdiğim mavi boncuklar bir sağa bir sola gidip gelmişti. Yine
kaçamak bakışlarından atıp, hiçbir şey demeden gazlayıp gitmişti. Kesin gönlü vardı bende.
Olmazdı ki ama ben üniversiteyi kazanmıştım, o lise terkti, ben şehirliydim, o ise kasabalıydı.
Uygun bir dille, onu incitmeden anlatmalıydım imkânsız bir sevdaya tutulduğunu.
O seneden sonra bir daha satış yapmadım. Artık üniversiteli olmuştum, arkadaş çevrem
değişmişti. Tatillerde üniversite arkadaşlarımla takılıyor, beraber planlar yapıyorduk. Ancak
Çandarlı’ya her gidişimde mutlaka Kemal amca, şambalici amca ve süt darıcıyı ziyaret ettim.
Sonra İstanbul’a temelli göçünce göremedim hiçbirini uzunca bir süre. Arkadaşlarla
çıktığımız bir kış seyahatinde denk getirdim iki günlüğüne uğradım memlekete. Kahvenin
önünden geçerken darıcıyla, şambaliciyi gördüm. Kış güneşine sandalyelerini atmışlar,
laflıyorlardı. Gittim ellerini öptüm. Hallerini hatırlarını sordum. Romatizma ve kataraktlarını
saymazsak gayet iyilerdi. Kemal amcaya da bakındım, göremedim. Sormak da ayıp geldi
kahvedekilere. Sahile doğru yürüdüm. Hem biraz sahil boyunca yürürdüm hem de geçerken
Kemal amcanın evine bakardım. Kış esintili güneş hemencecik yakıverdi yanaklarımı.
Evlerine baktım ama bahçe tarumar, perdeler örtülüydü. Beni tanıyan komşuları Emine
Hanım teyze; “-Kemal amcana kötü hastalık uğradı hanım kızım. Doktor hastane peşinde
rahat koşmak için onlar İzmir’e Bayraklı’ ya taşındı.” dedi. Üzüldüm ama çok da kalamadım.
Arkadaşlarla Ayvalık’a geçecektik daha.
Birkaç sene sonra, kuzenimin düğününe geldim Çandarlı’ya. Gelmişken İstanbul’da hasret
kaldık, ebegümeci, şevketi bostan, turp otu alalım diye köylü pazarına uğradım. Tesadüf bu
ya, Kemal amcanın yakışıklı mı yakışıklı kasaba delikanlısı olan torununa rastladım.
Bakışlarına falan aldırmadım bu sefer, sordum dedesini.
“-Dedemi geçtiğimiz ocak ayında kaybettik.” dedi. Hep dikkatimi çeken, bana kaçamak
bakışlar atan, o kocaman, güzel, siyah gözleri buğulandı oğlanın. Daha diyecekleri vardı sanki
söyleyeceklerini yuttu gibime geldi. Ben pırasa almaya, o keçi peyniri tatmaya diye pazarın
içine dalıp, uzaklaştık birbirimizden. Çok üzülmüştüm aslında. Bir dostum gitti. Aslında
diyeceklerim vardı oğlana, yasımı, acımı anlatacaktım. Ortak acının verdiği o yakınlaşma ile
5
cesaret bulur da senelerdir içinde gizliden yaşadığı aşkını ilan eder falan diye çok da uzatıp
dertleşemedim.
Kapı aralığından başımı uzattığım o iki saniyede canlanmıştı tüm güzel anılarım. Saflığın,
genç, yaşlı birlikte olmanın verdiği mutluluğu hissettim bir an yeniden. Yüzüme, geçmişten
yaz akşamlarının o tatlı meltemi gibi hepsi esiverdi. Evet. Tabii şimdi bu gördüğüm de
Kemal amcanın yakışıklı mı yakışıklı ve bana hafiften yanık kasaba delikanlısı olan
torunuydu. Kır saçlı, göbekli, kara gözlü bir esnaf duruyordu şimdi karşımda. Kendimi
tanıttım, hoş beş ettik biraz. Hep kaçırdı gözlerini konuşurken. Dedesi öldükten sonra annesini
de yanına alıp, Karşıyaka’ya yerleşip tatlıcı dükkânı açmış. Zeytinliği de satmışlar.
Hayvanları da mandıraya vermiş dayısıgilin oraya…
“-Buraları güzel. Yazın hafta sonlarında gidiyoruz çoluk çocuk Çandarlı’ ya. Şimdi çok
değerlendi bizim oralar. İz Ban da açılalı şenlendi sahil. Dedemin evini de on beş, yirmi
günlüğüne eşyalı kiraya veriyoruz yaz boyu. Çok iyi para ediyor.” Dedi.
Sordum: “- Peki, tatlıcılık da nereden esti?”
Meğer bizim yakışıklı kasaba delikanlısı, şambalici amcanın torunuyla evlenmiş. Evvelden
beri ta benim orada olduğum yıllarda, sevişirlermiş kızla uzaktan. Önce hatırlayamadım kızı.
Sonra geldi aklıma, dedesinin tatlıları bitince, tepsileri gönülsüzce değiştirmeye gelen cılız
esmer kız. Pis, pasaklı, bıyıklı, giyinmeyi bilmeyen, memesiz, tahta Sema.
“-Biz ortaokuldan beri sevişirdik hanımımla. Sen anlayıp da dedeme, anneme söylersin diye
çok korkuyordum. Çok pis bakıyordun bana.” dedi. Sonra da tam esnaf göbeği kıvamına
gelen karnını hoplata hoplata güldü. Dikkat ettim de gözleri gülerken ne kadar da sevimsizdi.
“Bu diyetin da Allah belasını versin.” dedim içimden.“-Ver bana oradan beş dilim şambali,
ama şerbeti bol olsun. Ha! Sema’ya da çok selam söyle.” dedim.
Bir elimde mutluluk, hayal kırıklığı, sevinç ve hüzün; bir elimde kâğıda sarılı kocaman beş
dilim şambali. Yüzüme çarpan akşam ayazı eşliğinde Karşıyaka iskelesine kadar yürüdüm.
Banklardan birine oturup tatlımı yedim doyasıya. Yapış yapış ellerimi, aldırmadan paltomun
cebine sokarak, çocukluğumun tadı ağzımda, kaybedenlere ama bunu kabullenmeyenlere
mahsus aptalca bir neşeyle ESHOT sokağının karanlığına doğru yürüdüm.
6
Not: 2011 yılı İzmir Bayraklı Belediyesi “Bir gün, bir an Bayraklı” konulu öykü yarışmasında
basılmaya değer ödülü aldı.
Bir cevap yazın