Keskin bir baş ağrısıyla uyandı sabaha karşı. Havanın henüz karanlık olduğunu fark edince
uyku sersemi gözlerle saatine baktı. Saat beşi çeyrek geçiyordu henüz. İki saat bile olmamıştı
oysa uyuyalı. Sağa dönüyor, sola dönüyor fakat başındaki ağrıdan bir türlü kurtulamıyordu.
Sanki birileri beynine çivi çakıyor ama bir türlü sonu gelmiyordu darbelerin. Başarısız uyku
girişimlerinden bir sonuç alamayacağını anlayınca yataktan kalkıp evin içinde gezinmeye
başladı. Ama ne çare? Ağrısı en fazla beş dakika geçiyor sonra yeniden aynı acıyla gezinmeye
başlıyordu. Artık küfredecek düzeye geldiğinde başını duvarlara vuruyor lakin bu daha derin
bir sancıya yol açıyordu…
Gün boyu adeta azap çekmişti. Saat üç gibi biraz hafifler gibi oldu. O anda yüreğinde
başka bir sancının gezindiğini fark etti. “Kardeşim” diye mırıldandı. Sesini kendi bile zar
zor işitmişti. Acaba kardeşi gerçekten soğumuş muydu kendisinden? Kafasındaki sancıyla
arasında bir benzerlik hissetti. Ne farkı vardı ki aralarında? Sadece biri kafasında, öteki de
yüreğinde değil miydi? Sessizce ilişti koltuğuna. Aslında korkmuyor da değildi. Ya ağrılar
yeniden başlarsa? Çaresiz çekecekti ama ne olur ne olmaz diye bir süre kıpırdamadan öylece
oturdu! Bir süre sonra en ufak bir ağrı bile hissetmediğini fark etti. Yaptığı şeyin farkına
varınca gülümsedi: “Ulan Taylan! Yeni baş ağrıları geldiğinde kafanı şu duvara vursan iyi
olacak. Hiç olmazsa meymenetsiz karı kendisine yaptığını düşünür de deli gibi bağırmaktan
vazgeçer.”
Bahsettiği deli yan komşusuydu. Gece gündüz avazı çıktığı kadar bağırırdı kızına. Kızı
henüz yedi yaşında olmasına rağmen, annesinin deliliğine ortak olmuş bir hali vardı.
Mahallede ne kadar yaşıtı varsa hepsi de küçük kızın vampir dişlerinden nasibini almıştı. Bu
nedenle hiç kimse kızla oynamıyor, oda her geçen gün biraz daha vahşileşiyordu. Üstelik
annesinden korktuğu için, içindeki vahşilikte gizliden gizliye büyüyordu. “Belki de bu kadar
gaddar düşünmemek lazım” diye geçirdi içinden. “Bir çocuk ne kadar vahşi olabilir ki?” Ama
hemen vazgeçti düşüncesinden! Daha geçen gün pirana dişlerini göstermemiş miydi? Üstelik
biraz üstüne gitse, saldırması içten bile değildi! Yok deve!
Bu düşüncelerle saati dört etmişti. Üstelik sıkılmıştı da. Otur otur, bebek olsa elli defa
ağlardı! Eline telefonu alıp rehberi karıştırmaya başladı. Her yeni isim de, acaba arasam mı,
diyen gözlerle tekrar tekrar başa dönüyordu. Bir süre sonra belki on beş defa karşılaştığını
fark etti Nevin’in numarasıyla. İstediği de bu değil miydi? Aramak, yüzünü göremediği
kardeşinin hiç olmazsa sesini duymak… Sonra aynı sızı gelip çöktü yüreğine. Nasıl bir bağdır
bu yarabbi, dedikten sonra tavana takıldı gözleri. Gülümsedi. Tanrıya inanmadığı halde alay
eder gibi ona doğru bakıyordu! “Madem orada yoksun, senden gelen hayır kimden gele?”
Diyerek neşelenmeye çalıştı. Ama ah o kendini kandıramamanın vermiş olduğu acı…
Acısını düşündü sonra. Her gün aynı hisleri türlü şekillere girmiş bir sancı olarak tekrar
tekrar yaşıyordu. Kardeşi yanındayken daima mutlu oluyordu ama ikilemde kaldığı da bu
değil miydi? Bu mutluluğun sürekli yaşanacak olduğu hissine kapılması, acısının da başlıca
nedeni sayılırdı. Böyle deneyimlerle kendine şu kelimeleri kabul ettirmeye çalışacaktı
sonunda: “Darılma dostlarına. Hep hatırlayacak değil ya sevdiklerimiz bizi!”
Her şey, aslında bir gülüşüyle başlamıştı Nevin’in. İnsan hayatına yön veren olaylar kadar,
sıradan bir insanın da bir hayatı nasıl şekillendirebileceğini ona alışmaya başladığında
anlamıştı. Bununla birlikte iki tuhaf şey vardı mırıldandığı: “Yüzlerce sıradan insanın içinden
nasıl da çekip çıkartıyoruz özel olanları? Acaba karakterimizle uyum içinde olduklarından
mıdır? Ya da birçok düşüncemiz uyuşmasa da, kendimizde eksik olan
şeyi bulduğumuzdan mı?” Bir diğeri ise: Yedi milyarlık dünyada sadece birkaç kişiden
etkilenmenin anlamı neydi? Neydi onları özel kılan şey? İnsanlar bu kadar kötümüydü ki, az
dostla yetinmek zorunda kalınıyordu? Ya da iyinin dostu iyiler, kötünün dostu kötüler miydi,
belki de…
Nevin’i gören bir göz hayatın anlamını görmemezlikten gelemezdi. Akşama kadar çalışır,
akşam olunca da arkadaşlarıyla eğlenmeye giderdi. Taylan ise çoğu zaman onu beklediğinden
habersiz bakardı saate.
Günler geçiyor ve Taylan ona, adını koyamadığı duygularla biraz daha bağlanıyordu. Peki,
ama sadece yaşadığı hayat mıydı Taylan’ı Asya’ya bağlayan şey? Yoksa gizli duygular mı
işkâl etmişti yüreğini? Düşündü biraz.
“Hani, dünyanın en tatlı mutluluğuyla en derin acısından yaratılmıştı ya, ona benziyor!
Fakat çok farklı bu! Adına aşk diyemem elbette. Biliyorum çünkü aşkın ne melanet bir duygu
olduğunu. Önümde akıp giden hayatla aramda örülmüş bir duvardı sadece o eski deneyimim.
Belki de büyük bir hata. Çünkü çok eskiden tattığım duyguyla saçma bir karşılaştırma
yapıyorum. O olmadığı zaman gözlerim ısrarla onu arıyor belki ama akıl hastası gibi de
aldığım nefese de sımsıkı sarılmıyorum şimdi! Yokluğunda içimi kemiren sıkıntının sebebi
başka bir şey olmalı. Yoksa yeni bir duygu mu icat ettim!”
Ardından yeni bir sorunun doğduğunu fark etti:”Acaba, gerçekten aradığım şey miydi onda
bulduklarım?” Onunla sevgili olmak, günün birinde evlenmek ve hatta çok uzun yıllar aynı
yastığa baş koymak değildi aradığı şey. Yanında olmasını istiyordu evet, hatta her an yanında
olmasını. Ama bir arkadaş, sırdaş, dost türünden şeylerdi. “Hep yanımda kal” Buna o kadar
çok ihtiyacı vardı ki…
Tam üç gün olmuştu onu görmeyeli. Ah! Ne kadar da uzun bir süre, diye geçirdi içinden!
Arasam mı aramasam mı diye düşünürken, birden telefonda onunla konuşurken buldu
kendini. Akşam, diyordu. “İstersen film seyredelim akşam.” Bir kaç aydır yaptıkları tek şeydi
film seyretmek. Belki de sadece buydu bir araya geldiklerinde yaptıkları tek şey! “Tamam,
akşam sizdeyim geç kalma” dedi kararlı bir sesle.
— Akşam iş çıkışında kuaföre gidip saçımı boyatacağım. En geç dokuz buçukta gelirim.
— Tamam anlaştık.
Telefonu kapadıktan sonra birden alnına vurdu elini:
— Eşek kafam, benim zaten akşama bir randevum var!
Akşam bir arkadaşıyla buluşmayacak mıydı? Hem, oldukça mert biriydi Satılmış!
İşten çıkacakmış, böyle söylemişti telefonda. Ablası öleli üç beş ay ya olmuş ya
olmamıştı. “Moralim çok bozuk Taylan, yarın akşam hem birkaç kadeh atar hem de
dertleşiriz.” demişti. Her zaman yanında olan bir insan nasıl yalnız bırakılırdı? Ya her zaman
yanında olmak istediklerimiz?
Bu defa kafasına somut bir ağrı girmeksizin sancılandı. Aynı anda iki insana söz vermekte
iyi bir davranış sayılmazdı. Lakin kararını vermişti bile. Günler torbaya girmedi ya, yarın da
seninle buluşuruz: Nasıl olsa derdinin bir yere kaçtığı yok!
— Efendim Taylan.
— Bugün buluşmasak olur mu Satılmış? Başım çok ağrıyor, erkenden uyumayı
düşünüyorum.
— Öyle mi, geçmiş olsun. Tamam, sorun değil yarın buluşuruz.
— Ama istiyorsan yine de gelebilirim!
— Hayır hayır! Ben kardeşimi bu halde sokağa çıkartır mıyım? Havalar da soğuk, dikkat et
kendine üşütme.
— Teşekkür ederim. Eh ben şimdiden gireyim yatağa!
— Tamam. Yarın görüşürüz.
— Görüşürüz.
Ne kadar alçak bir insanım, diye söylendi. Adamın benim hakkımda düşüncelerine bak,
birde bana bak. Ne var yani, şehri terk etmiyoruz ya, yarın da buradayız öbürsü günde…
&&&
Saat sekiz gibi Asya’nın evindeydi. Cebindeki anahtarı çıkartırken heyecandan elleri
titriyordu. Eve girdiğinde kimseyle karşılaşmadı. Mutfaktan gelen seslere kulak kabarttı.
Kapının sesini duyan Melahat Hanım seslendi mutfaktan:
— Asya, sen mi geldin kızım!
— Hayır, anneciğim ben geldim, Taylan.
Melahat Hanım bir kahkaha patlattı. Konuşmaları duyan Yusuf gülerek karşıladı arkadaşını:
— Adama bak, bende bile yok anahtar. Maşallah tam teşekküllü geziyorsun.
Yusuf, Nevinin ağabeyiydi. Süper bir üçlü oluşturduklarını, bu üç kardeşe herkesin
özendiğini söylüyordu Melahat hanım. Bazen Taylan’ı sinirlendirmek için, biz Asya ile öz
kardeşiz sen üveysin, der ve Taylan’ın sinirli bakışları karşısında bir kahkaha patlatırdı. Tabi,
derdi Taylan, tabi bizde üveyik! Adım Üveyik olsun öyleyse!
Taylan, çevik bir hareketle paltosunu çıkardı. Önce Yusuf’la, ardından annesiyle
tokalaştıktan sonra salona geçip en dipteki koltuğa yerleşti. Bir süre öylece bekledi. Boş
salonda oturan Taylan sesli sessiz mırıldanıyordu:”Doğa bize aldırmadığı için öylesine rahatız
ki doğada… Peki, bana kimsenin aldırış etmediği bu evde neden rahat değilim? Belki de bu
yüzdendir!”
Ünlü bir düşünürün sözüydü bu. Kimin söylediğini hatırlamaya çalışsa da başarılı olamadı.
Aslında en büyük hatası kendini o evde hala bir misafir olarak görmesiydi. Ev halkından
birine kim kahve yapardı ki her akşam?
Asya’nın film sözü, saatin on olmasıyla geçerliliğini yitiriyor gibiydi. İçeriden gelen seslere
kulak kesti. Yusuf’un Asya ile konuştuğunu ve hala kuaförde olduğunu anlaması zor olmadı.
Saniyelerin bile tıkırtılarını hissetmek, yerini büyük bir can sıkıntısına bırakıyordu. Kül
tablasına uzandı yavaşça. Parmak uçlarının kül tablasına değmesiyle yere düşürmesi bir oldu.
Elleri titriyordu öfkeden. Çevresine bakındı önce. Herkesin hala kendi dünyasında eğlendiğini
fark edince küllükten düşenleri halının altına iliştirip tekrar yayıldı koltuğuna. Uyuşturucu
krizine girmiş hastalar gibi sallanıyordu bacakları.
— Saçlarını boyatıyormuş! Saçın batsın. Beş saattir saç mı boyanırmış? Sen git
arkadaşlarınla zaman öldür, aynı zamanın can sıkıcı dakikaları, kardeşim dediğin Taylan’ı
vursun. Olacak iş mi bu şimdi…
Kalkıp mutfağa doğru yürüdü. Adımlarından adeta titriyordu zemin! Mutfağa adımını
attıktan sonra içeriye kısa bir göz gezdirdi. Aya’nın annesi kadınların her zaman izlediği
kavgalı gürültülü boşanma, aldatma programlarını seyrediyordu.
— Boyun devrilsin senin koca gibi..
— Ne o Melahat Hanım, yine kime beddua ediyorsun?
— Şuna bak (Televizyonu gösterir) adam içip içip karısını dövüyormuş. Bir de erkeğim diye
televizyona çıkmaz mı?
Melahat Hanım, elli yaşında, hafiften göbekli, bir atmış boylarında, suratında yer yer
çizgilerle, ilerleyen yaşına rağmen her daim genç görünmeye çalışan, kimi zaman kibar kimi
zamansa sinirden kabalaşan bir kadındı. Hatırı sayılır derece de bilgili, sözüne sadık ve tek
cümlesini bile esirgemeyen bir kişiliğe sahipti. Mutfaktan çıkan Taylan çıkıp Yusuf’un
odasına yöneldi. Yusuf odada film seyrediyordu. Genelde savaş filmleri seyreder ve sürekli
etkilendiği kavgalı filmlerin başrol oyuncusu gibi dövüşmek istediğini söylerdi.
Bir sigara yaktı Yusuf. Kendini filme o kadar kaptırmıştı ki, Taylan’ın içeri girişini de
çıkışını da fark etmedi. Yusuf’un yanından ayrılan Taylan, Asya’nın odasındaki pencereden
yıldızları seyrediyordu. Evin içinde girip çıkmadığı yer kalmamıştı bu gece. Bir türkü tutturdu
yıldızlara bakarak. Ardından bir şiir:
Yıldızlar bir başka parlamaktalar bu gece.
Gözlerimde yanıyorlar alev alev…
Bir gün hayatıma girecek olan kadın,
bu şehirde misin şimdi?
Aynı yıldızlara bakıyorsak eğer ki şuan,
daha bir dikkatli bak sevgilim!
Orada göreceksin parlayan gözlerimi…
Saat gece yarısını geçmişti. Daha fazla beklemenin bir anlamı yok, diye söylendi. Her
gün buraya kadar gelip aynı şeyleri yaşadığı için hem kendine kızıyor, hem de Nevin’e karşı
açıktan açığa bir kırgınlık besliyordu. O an hiç bir şey düşünmedi, öfkelenmedi. Hatta yorum
yapmaktan bile kaçındı. Sadece susuyor ve karanlığa bakıyordu. O sırada yirmi yaşlarında iki
gencin sokakta sohbet ederek yürüdüklerini fark etti. Biri diğerine gülerek bir şeyler anlatıyor,
diğeri ise kafasını sallayarak onaylıyordu arkadaşını. İki genç adam karanlıkta kaybolana
kadar baktı arkalarından.
&&&
Kırılırcasına çalıyordu kapı! Bir anda irkildi. Saate baktığında öğlen olduğunu fark etti.
Uyku sersemliğiyle derin bir nefes aldı, “ohh rüyaymış!” Aynı sersemlikle güldü kendi
kendine, “Ne fark eder salak herif, biri diğerinden farklı mı sanki günlerin?” Ayağa kalktı,
sendeleyerek yürüdü. Kapıya doğru ilerlerken söyleniyordu:
“Kapıyı kıracak namussuz. Patlama be geldik.”
— Kim o?
— Satılmış.
— Hangi satılmış?
— Taylan!
— Adımı nerden biliyorsun Satılmış herif?
— Aç kapıyı bak sinirleniyorum.
Taylan kapıyı açınca Satılmış’ın sert bakışlarıyla karşılaştı.
— Ne kızıyorsun be şaka yaptık.
Satılmış, aynı kızgınlıkla içeri girip salona doğru yürüdü.
— Şaka yapıyormuş! Bir de soruyor, hangi Satılmış, diye! Sanki çok geleni gideni var
pezevengin!
Salona girince hemen bir koltuğa çöküp suratındaki teri silmeye başladı. Taylan ise geçip
tam karşısına oturdu. Beş on saniye öylece kaldıktan sonra göz göze geldiler. Satılmış:
— Nereye bakıyorsun öyle?
— Kör müsün, sana bakıyorum?
Bir sağa bir sola sallıyor kafasını Satılmış:
— Ne yapalım kardeşim, ismin hoşuma gitmiyor. Satılmış! Böyle isim mi olur be? Gidip
değiştirmek hiç aklına gelmedi mi?
— Tamam, dalganı geçtin, eğlendin ama yeter bu kadar.
— Tamam tamam sustum. Eee daha daha nasılsın Satılmış arkadaş?
— Başlıyacağım sana da Satılmışına da ha! Biz ta nerelerden kalkıp kardeşimizi görmeye
gelelim, onun yaptıklarına bak.
— Tamam, be kardeşlik özür dilerim. Evet, bence de yeter bu kadar. Ne diyordum?
— Sen bir şey demiyordun. Bıraksan ben diyecektim.
— Ne diyecektin?
— Bak şimdi. Buraya o kadar kira veriyorsun. Benim de durumum kötü bu aralar. Gel
benim eve taşın. Baş ağrıların ortada! Kimin yok kimsen yok, bir başına geberip gideceksin
bir gün bu evde.
— Vay benim vefalı dostum vay! Çok merhem oldun baş ağrılarıma. Tek başıma geberip
gidecekmişim! Ulan bari uygun bir dille söyleseydin.
— Ben bilmem arkadaş, dost acı söyler.
— Bu dost deli bokundan başka bir dil bilmez mi?
— Lafı geveleme de söyle ne diyorsun?
— Ben bu evi bırakıp gidemem.
— Babandan mı miras kaldı deyyus, nesini bırakamıyorsun?
O anda yan dairedeki kadının avazı çıktığı kadar bağırdığı duyulur,
– Seldaaaa! Kız odana git de dersine çalışsana artık Allahın belası! Akşama kadar
dışarıdasın kız sen beni öldürecek misin?
Bakışırlar iki arkadaş!
— İşte onları bırakamam.
— Allah senin belanı versin meymenetsiz karı. İnsan çocuğuna böyle beddua eder mi be?
— Ediyor işte…
— Cehennemde yan inşallah hay ben senin gibi annenin…
— Tam bir kaçık apartmanı! Ne ararsan var.
— İyi ya işte ne nazlanıp duruyorsun?
— Tamam, tamam bakarız. Bu arada! Kusura bakma yanına gelemedim dün akşam.
Rahatsızdım biraz biliyorsun. O kadar da çağırdın ama idare et artık.
— Ne saçmalıyorsun be? Ne zaman çağırdım seni?
Biraz düşündükten sonra,
— Hadi ya, dün konuşmadık mı seninle?
Satılmışın anlamsız bakışlarıyla karşılaşan Taylan acı bir tebessümle arkasına yaslanır.
— O kâbus da mı bir rüyaymış!
— Taylan sen iyi misin?
Bir süre sessiz kalır Taylan. Aklının bir köşesinde daima dostu vardır çünkü. Üç beş dakika
kesintiye bile uğrasa bir yerlerden çıkıp geliyordur o kâbus. “Dost, kendini çok uzaklardan
bile hissettirir kendini. Ama sende uzak ülkelerden gelen kaybolmuş bir ayaz, bir soğukluk
var! Bana bunu neden yapıyorsun?”
— Taylan!
Boş gözlerle bakar Taylan.
— İyi değilim Satılmış. Sanrılar görmeye başladım artık. Bazen neyin gerçek neyin gerçek
dışı olduğunu bile seçemiyorum.
— Doktora gittin mi?
— İşe yarar bir şey söylese bari doktor. İki ilaç verip postalıyor. Sanki başka ilaç kalmamış
da adamın elinde, hepsi aynı… Hoş, onlar da pek etki etmiyor ya. Neredeyse daha da
azdırıyor.
— Tabi etkisi olmaz. Suyla içeceksin onları içkiyle değil.
— Aman be! Yine dır dır dır çenen açıldı.
— Öyle ama.
— Öyleyse öyle. Öyle bile olsa keyfimizden değil.
— Yine sinirlisin ne oldu?
— Sinirli değilim.
— Sinirlisin.
— Değilim ulan değilim!
– …
— Evet sinirliyim.
— Bu gün de aramadı değil mi? Hatta birkaç gündür?
Bu soru canını sıkmıştı Taylan’ın. Cevap vermekten kaçınır gibi bir süre odada gezdirdi
gözlerini.
— Sen neden aramıyorsun?
– …
— Bence de arama direk yanına git.
– …
— Hatta orada kal bu gece.
Taylan’ın şaşkın ve çaresiz bakışlarını fırsat bilen Satılmış dozu biraz daha arttırır:
— Hatta ve hatta âşık olduğunu da söyle.
— Saçmalama! Âşık falan değilim.
— Âşıksın.
— Değilim.
— Âşıksın.
— Ulan! Kasıtlı mı yapıyorsun bunu?
Sinirden kıpkırmızı kesilmişti Taylan. Kalkıp bir sigara yaktı. Geçip pencerenin önündeki
koltuğa otururken dışarıyı seyrediyordu. Dalıp gitmişti yine bir anda. Gözlerini pencereden
ayırmadan konuşmaya başladı.
— Aşkın kaç türlü hali vardır bilir misin sen? Yalnız bir türlüsünün tutkunu değiliz ki…
Anlayamadılar aşkın ne olduğunu arkadaş! O bile anlayamadı. Zincirlere vurdular yüreğimi,
yaktılar, paramparça ettiler… Yetmedi, uçuruma savurdular parçalarımı. Beni kardeşime
yakıştırıyorlar arkadaş, başta sen! Dayanamıyorum buna. Şu basit, çürümüş insanlar, kendi
kardeşlerine demi böyle düşünüyorlar dersin? Hem, kan bağı mı olması lazım kardeş olmamız
için? Az çekmişim gibi sanki kan bağım olanlardan…
Ama ben biliyorum hissettiklerimi. Gözlerindeki o dağınık bakışa dayanamıyorum
Asya’nın. Zannedersin ki bir anda düşecek başı, hıçkırıklara boğulacak bir anda! Hayatını
tutarlı bir yörüngeye oturtamadı. Bazen bir çocuğun öksüzlüğü kadar muhtaç olduğunu
görüyorum ilgiye. Ama yalnız kalmak zorunda arkadaş! Eğer o acıyı çekmezse asla
yetiştiremeyecek kendini.
Keskin bir hareketle Satılmışa çevirdi kafasını.
— Evet! Aşığım ona. Hem de çok derinden aşığım arkadaş. Kimselerin inemeyeceği kadar
derin… O benim dostum, canımdan bir parça… Bir inanca sarılır gibi sarıldım, bir annenin
önünde eğilir gibi… Ama o nerede şimdi? Sen geldin, buradasın. O nerede? O nerede Satılmış,
neden gelmiyor, neden aramıyor?
Satılmış, suç işlemiş bir çocuk gibi kaçırdı gözlerini Taylan’dan. Bir şeyler söyleme gereği
duyarak:
— Peki, sen neden gitmiyorsun yanına? Böyle dostluk mu olurmuş? Biriniz diğerini
defnederken mi anlayacaksınız kıymetinizi? O zaman ne anlamı kalır dostlu…
Satılmışın konuşmasını bitirmesine fırsat vermeden,
— Anlamıyor musun be adam? O benim gibi değil. Hayatı benimle sınırlı da değil. Yani
ona göre böyle. Beni, benim onu özlediğim kadar özlemiyorsa ne yapabilirim? Zamanını
benimle geçirmiyorsa, o ben olmadığı için böyle. Hatanın benden kaynaklandığını sen de
fark et artık. Onu hayatımın tam ortasına getirip diken benim. İçimde filizlendirip büyüten de
benim. Şimdi benimle ilgilenmiyor diye kalkıp neyin hesabını soracağım?
— O zaman hesap sorma. Git.
Şaşkın şaşkın Satılmışa bakar!
— Nereye?
— Cehennemin dibine! Senin bu arayışların içinde işin ne? Bu şehirde ne işin var? Bunu hiç
düşündün mü? Mutlu olmanın yollarını arıyorsun ama peşine düştüğün hayat kendi hayatın
mı? Bugün olmazsa yarın zaten olacak, bir gün mutlaka evlenip gidecek. Sen ne yapacaksın
peki? Burada oturup hala dostunu mu bekleyeceksin? Git, her ne cehennemdeyse ara bul
kendi hayatını!
Oldukça etkilemişti Taylan’ı bu sözler. Gerçekten hiç düşünmüş müydü bunu, kendi
hayatını yani? Yoksa Nevin’in gözlerinde gördüğü şey, gelecekte kendini bekleyen yalnızlık
mıydı? Hazır değildi buna… Evlenemezdi! Dost dediğin böyle yarı yolda bırakamazdı adamı.
Hayır! Evlilik adı altında, adına yuva denilen ve sadece o aileyi ilgilendiren sorumlulukların,
sıkıntıların ve mutlulukların dışına atılamazdı! Ama öyleydi. Öyle de olacaktı. Herkes
aynen böyle yapmıyor muydu? Yeni hayatla eski hayatın arasına örülen koca bir duvardı
evlilik! Sonra çoluk çocuk torun tombalak derken, sen bile unutacaktın şu anki duygularını…
Gençliğin deli esintileri miydi yoksa dostluk? Bu düşüncenin soğukluğuyla öyle bir yalnızlık
hissine kapıldı ki, başında keskin bir ağrı belirdi. Küfürler savurarak Satılmış’a çevirdi
kafasını. Kafasını çevirdiğinde karşısında duran Satılmış değil çimento torbalarıydı. Bir an
öylece hiç bir şey düşünmeden bekledi. Camsız pencereye çevirdi gözlerini. Dışarıda, karşı
binanın önünde oturan iki adamı fark etti. Kendisine baktıklarını umursamayarak doğruldu
ve kalktı. Kafasını iki elinin arasına alarak sıktı sıktı… Ne yapsa dinmiyordu sancısı. Sert bir
cisimle beyninin içine vuruyorlardı sanki.
— Sen mi vuruyorsun yoksa Kardeşim?
Yorulmuştu artık. Başı iki elinin arasında dışarı çıkıp yavaş yavaş yürümeye başladı. Tıpkı
bir zavallıyı andırıyordu o haliyle.
Mahalle bakkalının önünde orta yaşta iki adam, tam karşılarındaki inşaata bakıyorlardı.
Gözlüklü adam inşattan çıkan Taylan’a dikti gözlerini.
— Garip! Ne yatacak yeri var, ne de yiyecek ekmeği. Ama yaşıyor. Yaşıyor mu gerçekten?
— Kim o?
— On sene kadar oluyor bu mahalleye geleli. Bilmem artık nerenin delisi! Aklını kaçırmış
garip. Kim bilir ne derdi vardı…
— Orada mı kalıyor, o inşatta?
— Bugün orada yarın burada. Komşular yardım ediyor. Ellerinden geldiği kadar işte…
Ama nereye kadar…
— Deli de olsa bir ailesi vardır. Gün geliyor köpek yavrusuna bile acıyorsun. Bir insanı
sokağa atacak kadar mı zalimleşti insanoğlu yahu? Yazıklar olsun…
— Devir bozuldu artık Allah sonumuzu hayır etsin.
— Her zaman bozuk değil miydi devir?
SON
18.09.2012
Bir cevap yazın