Kadınlar gibiydi sardunyalar da. Kokularını onlara dokunan ellere bırakırlardı. Yusuf’un elleri sardunya kokardı. Dokundukça kırmızı bir sardunya olurdu Gülnaz Yusuf’un ellerinde. Öylesine suskun, öylesine kederli, öylesine güzel…
Pencerenin önündeki sardunyalara sevgiyle baktı.
“Yok, böyle olmayacak, bir şeyler yapmam gerek,” diye mırıldandı. Mutlaka bir çıkışı olmalıydı içinde kaybolduğu labirentin.
Yusuf ,“Gel!” dese, her şey düze çıkacaktı. Demiyordu, diyemiyordu belki de… Bazen dalıp, uzaklara giden gözlerinden korkuyordu. O an da aklından geçenleri bir bilebilse, bakışlarındaki umutsuzluğun, dudaklarındaki suskunluğun nedenini bir çözebiseydi… Artık iki ayrı yaşamı sürdürecek gücü kalmamıştı. Yaşadıkları, ruhunu yıpratmakla kalmıyor, kendine olan saygısını da yitirmesine neden oluyordu. Kocasını terk ederse gidebileceği hiçbir yer olmadığından evi cehennemi olmuş, her geçen gün daha fazla yakıyordu yüreğini. Hele, gece olup da kocası koynuna girdiğinde başlıyordu kâbusu… Dakikalar saate dönüşüyordu gece boyu. Bu işkenceye ancak gözlerini sıkı sıkıya kapatıp Yusuf’u düşlediğinde katlanabiliyordu. Ama her seferinde kocasının hoyratlığında yitip gidiyordu Yusuf’un sevecenliği. Uygun ortamı bulduklarında kendiliğinden biten çiçekler gibiydi sevdaları. Hani hiç tahmin etmediğimiz yerlerde birden karşımıza çıkan çiçekler vardır; bir kaya çatlağından, bazen bir duvar kenarından başını uzatıp bize gülümserler ya, bu da öylesi bir sevdaydı. Öylesine, kendi kendine bitivermişti iki yürekte aynı anda. Onunla yaşadıkları salt cinsellik değildi elbette. Bir şeyleri paylaşıyorlardı yaşama dair. Gelecekten hiç söz etmemeleri beklentilerinin, umutlarının olmadığı anlamına gelmiyordu. Birbirlerinden gizledikleri sırları, aşklarının üzerinde kocaman bir leke oluştursa da aralarındaki büyüyü bozmaya yetmiyordu .
Bilmedikleri bir yolda el ele ilerliyorlardı. İkisi de, yolun sonundaki karanlığı görmezden gelmenin, o an ki mutluluklarını kurtarmanın tek çaresi olduğunu biliyordu. Şimdiyi yaşamanın, yarını yaşamaktan daha gerçek olduğunu da.
&
Ne olmuştu, bir zamanlar aşık olduğu erkeğe?
Kocasıyla severek, isteyerek evlenmemiş miydi?
O zaman duyduğu aşksa, şimdi yaşadıkları neydi?
Aşk da sardunyalar gibi arsızdı demek ki, biri bittiğinde, diğeri yeşeriyordu yüreğimizin bilinmeyen bir yerlerinde… Bu kez hiç ummadığı bir yerde, bir bahçe kapısının ardında çıkmıştı karşısına aşk. Her gün işe gidip gelirken önünden geçtiği evlerden birinde kendisi için saklı bir şey olduğunu bilemezdi elbet. Öyküsü demir parmaklıklı bir kapının ardında, onunla göz göze geldiğinde başlamıştı. Her zaman beğeniyle, imrenerek bakardı bu beyaz eve. Kimin olduğunu bilmese de kıskanırdı içinde yaşayanları. Böyle evlerde yaşayanların hiç derdi tasası olmaz gibi gelirdi. Bahçe kapısından evin giriş kapısına kadar olan çim derzli, kayrak taşı döşeli yolun iki yanında kırmızı sardunyalar ekiliydi. Bahara doğru hepsi birer ateş topu haline gelir, kışa kadar hiç nazlanmadan açarlardı.
Yazın güller, kışa doğru kasımpatları eşlik ederdi sardunyalara. Bahçenin muhtelif yerlerine yerleştirilen yüksek saksılar içindeki sakız sardunyalarının çiçeklerini seyretmek başka bir zevkti onun için.
Kış hem uzun, hem de çok sert geçtiğinden, havaların ısınmaya başladığı o günler, bahçede yoğun bir faaliyet göze çarpıyordu. Sararan yaprakları özenle koparıp, kuruyan sardunyaların yerine yenilerini diken adamın eski bahçıvan olmadığını fark etmişti. Başındaki geniş kenarlı hasır şapkadan yüzünü göremiyordu ama genç biri olduğu belliydi.
Yeni bahçıvan kıştan sağlam çıkan çiçekleri buduyor, topraklarını kabartıp gübre ilave ediyordu. Bu işleri yaparken ıslık çalması, onun yaptığı işten zevk aldığının göstergesiydi. Birden kendisine bakıldığını hissetmiş gibi başını kaldırıp ona bakmıştı.
Güneş yanığı yüzünde kocaman bir gülümseyişle,
“Birini mi arıyorsunuz?” diye sorduğunda, Gülnaz ona bakarken yakalandığı için utanmış, aklına ilk gelen yalanı söyleyivermişti.
“Şeyy, diktiklerinizi merak ettim de… Adını soracaktım.”
“Sardunya bunlar,”demişti, işine devam ederek. “İsterseniz size birkaç dal verebilirim, arsız çiçeklerdir toprağı görür görmez kök salarlar.”
Gülnaz, genç adamın cevabını beklemeden uzattığı sardunya dallarını alırken,
“Teşekkür ederim!” diyebilmişti sadece.
O günden sonra her sabah işe giderken, akşamları iş dönüşü gözleri onu arar olmuştu. Verdiği sardunyalar, dediği gibi hemen tutmuş, tomurcuklanmaya bile başlamıştı. Yapraklarına dokunduğunda eline sinen o tuhaf koku, adını dahi bilmediği o genç adamı evde bile düşünmesine sebep oluyordu. Gülümseyen yüzü gözünün önüne geldikçe, içinin aydınlandığını hissediyordu. Ona doğru kayan, sürüklenen bir şeyler vardı yüreğinde…
Bir süre sonra selamlaşmalar, yerini ufak tefek sohbetlere, daha sonra da hafta sonu beraberliklerine bırakmıştı. İkisi de birbirlerine özel yaşamları hakkında bir şey sormamıştı.
Tanımanın, bilmenin gerekmediği koşulsuz bir sevgiydi paylaştıkları. Bir türlü,“Ben evliyim,” diyememişti Gülnaz.
Bu saatten sonra da asla söyleyemezdi!
Bir şeyler değişmişti yaşamında. Ruhundaki eziklik, yüreğindeki incinmişlik kaybolmuştu. Ondan öncesi silinmişti, sonrası da olmayacaktı.
Bir şey vardı, içini kemiren daha çok korkutan bir şey…
Neden hep Yusuf’un o bahçeye ait olmadığını düşünüyordu?
Elleri toprakla uğraşan insanların ellerine benzemediğinden mi, insanlara hep uzak,hep yabancı, hep yalnız oluşundan mıydı tedirginliği? Tek eşyası kitaplarıydı, oysa bunca okumuşluğuyla hiç örtüşmüyordu yaptığı iş… Zaten haftanın üç günü çalışıyordu o evde. Diğer günler ne yaptığını bilmiyordu. Belli ki, başka dünyaların, başka zamanların insanıydı o. Tanrı onları içinde bulundukları açmazdan kurtarmak için karşılaştırmış olabilir miydi?
Peki, aynı Tanrı neden beş yıl önce Yaşar’ı karşısına çıkarmıştı?
İlk önce mutsuz, sonra mutlu etmek için mi?
Yusuf’un yanında kadın olmanın güzelliğini keşfetmişti. Değer verilmenin, saygı duyulmanın, sevilmenin hazzını yaşıyordu onunla birlikteyken.
Aslında o da bunlar için evlenmemiş miydi Yaşar’la?
Çok gençti, on yedisine basmamıştı henüz. Babaannesi çok yaşlı olduğundan evin tüm işleri üzerindeydi. Kardeşlerine bakmak, yemek yapmak, evi temizlemek… Belki anası da bu yüzden başkasına kaçıp gitmişti. Şimdi yüzünü hayal meyal anımsıyordu, çok güzel bir kadındı. Herkes onu annesine benzettiğinde, babaannesi yerinden doğrulur, kulağını çekip üç kere tahtaya vurduktan sonra,
“Allah huyunu benzetmesin,” derdi.
Bir komşu düğününde gelip dansa kaldırmıştı Yaşar. Hiçbir şey söylemeden öylece elinden tutup kaldırıvermişti. Oyun havası çalıyordu, karşılıklı oynamaya başladılar. Gülnaz çok güzel oryantal oynardı, hiç bilmediği, tanımadığı bu gencin karşısında nasıl bu kadar rahat olduğuna kendi de şaşırmıştı sonradan. Birkaç gün sonra komşulardan biri iyi haberle geldi evlerine: Düğündeki genç istemeye gelecekti!
Artık bu evden, bitmek bilmeyen işlerden, kardeşlerine bakmaktan kurtulacaktı demek. Kendine ait bir evi, onu seven kocası olacaktı.
Yaşı küçük olduğundan resmi nikâhı erteleyip, dini nikâhla evlendiler. Güzel geçen birkaç yılın diyetini ödemenin zamanı çabuk gelmişti. Yaşar’ın türlü huyları çıkmıştı ortaya. Her şey bir yana, dayak yemeyi yediremiyordu kendine. Resmi nikâh da yapmamıştı üstelik. Babası tekrar evlendiğinden artık baba evine gidemezdi. Bir ara babasına durumunu anlatmaya kalktığında :
“Sakın ola!” demişti analığı.“Kır belini otur kocanın evinde, bir de dul kadınla uğraşacak halimiz yok!”
Babası hiç sesini çıkarmamış, öylece önüne bakmıştı.
Arkasını dayadığı kalenin aslında çoktan yıkılmış olduğunu anlamıştı o gün.
Allahtan bir iş bulup girmişti de, eve para getirdiği için artık fazla üzerine gelmiyordu kocası. Elinde ne var ne yok avucuna bırakıyordu, kuruşuna dokunmadan. Yine de çok içtiği zamanlar dayak atmak için mutlaka bir bahane buluyordu. Hoş, bahanesi olmadan da çok dayak yemişti ya. Canını yakan duyduğu fiziksel acılar değildi. Çürüyen etleri bir süre sonra iyileşiyordu ama ağzı burnu kan içindeyken kocasının sevişmek istemesi öldürüyordu onu. Böylesine aşağılanmaya daha ne kadar tahammül edecekti Gülnaz?
Evet, böyle olmayacaktı…
Bir karar vermesi gerekiyordu artık!
Konuşmalıydı Yusuf’la.
“Nikahım yok, al beni götür buralardan,” demeliydi. Yeni bir iş, azıcık aş nasılsa bulurlardı.
Derin bir nefes aldı, içi rahatlamıştı. Çiçeklenen sardunyaların üzerinde parmaklarını şöyle bir gezdirdi. Sonra kokladı.
Yusuf kokuyorlardı!
Üzerini değiştirip sokağa çıktı. Yusuf’un kaldığı otele doğru yürürken içi kıpır kıpırdı. Artık yalan olmayacaktı yaşamında, Yaşar’da.
Belki zor günler…
Olsun, onunla olduktan sonra.
Eski, ucuz bir otelde kalıyordu Yusuf. Bundan sonra bir ev tutarlardı artık. Yaşamını onunla paylaşacak olmanın sevinciyle adımlarını sıklaştırdı.
Otele geldiğinde resepsiyonda kimse yoktu. İlk kez üzerinde kötü bakışlar olmadan yukarı çıktı. Yirmi dokuz numaralı odanın önüne gelir gelmez kapı açılıverdi. Yusuf solgun görünüyordu. Bakışları, hatta yüz hatları bile değişmiş gibi geldi.
“Hayırdır,” dedi soran gözlerle.“Kötü bir şey mi oldu?”
Her zaman gözlerinin içine bakan sevdiği adamın sabit bir noktaya bomboş bakışı ürkütmüştü Gülnaz’ı.
“Lütfen… Korkutma beni, sorun neyse, seni üzen neyse anlat, mutlaka üstesinden geliriz.”
“Nasıl anlatacağımı bir bilsem… Aslında çoktan anlatmalıydım, olmadı…”
“Anladım, benden bıktın. Sebep buysa üzme kendini, bana açıklama yapmak zorunda değilsin.”
Arkasını dönüp giderken, Yusuf kolundan tuttu Gülnaz’ı,
“Hayır” dedi. “Böyle bir şeyi nasıl düşünebilirsin?”
Sonra, yüzünü avuçları içine alarak uzun uzun gözlerine baktı. Bir daha asla göremeyeceği bu yüzü, gözleri, beynine kazımak istiyordu sanki. Fısıldar gibi konuştu:
“Bana neden diye sorma, anlatamam. Gitmek zorunda olduğumu anla, lütfen!”
Gülnaz şaşkındı, kâbus gibiydi yaşadıkları. Uyansa, bunlar bir düş olsa…
“Polisten mi kaçıyorsun? Sen kötü bir şey yapmış olamazsın…”
“Hayır, tabii ki kötü bir şey yapmadım, ama bu başkalarının kötüden anladığı şeye bağlı.”
Gülnaz’ın aklı karışmıştı.
“Kan davası falan mı?” diye endişeyle sordu.
“Evet, bir çeşit dava ama kan davası değil,” diye yanıtladı Yusuf.
Gözlerinde garip bir pırıltı oluşmuş, yüz hatları iyice sertleşmişti. Pencerenin yanına giderek perdeyi hafifçe araladı, kırık bir sesle:
“Aslında doğru söyledin, bir tür kan davası da diyebiliriz. Bu, düşünen beyinlerin, yasaklanan düşüncelerin, doğru bildiğini yaşayıp yanlış ölümlere gidişin davası.”
Gülnaz’ın anlayacağı şeyler değildi söyledikleri, basite indirecek zamanı yoktu.
“Bu kadarını bilsin, yeter” diye içinden geçirdi. Büyük bir gayretle gülümsemeye çalışarak:
“Güzel şeyler yaşadık, kocaman bir sevgi paylaştık birlikte ama her güzel şey bir gün biter, bunu sen de biliyorsun. Bütün güzel çiçekler çabuk solar, unutma…”
“Ama hepsi mevsimi geldiğinde tekrar açar,” diye sözünü kesti Gülnaz.
“Evet, sen de öyle açacaksın bir gün yeniden. Başka sevdalar çiçeklenecek yüreğinde, buna inanmalısın. Ben uzaklarda senin mutlu olduğunu bileceğim.”
Gülnaz’ın gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Ne olursa olsun onunla gitmeliydi. Onsuz kalamazdı buralarda.
“Ben de geleyim, n’olur,”diye yalvardı.“Her ne yaptıysan, neden kaçıyorsan…sana bakarım, seni saklarım…lütfen!”
“Keşke mümkün olsa, istemez miyim sanıyorsun? Ben bile nereye gideceğimi bilmezken seni nasıl sürüklerim? Beni anlamaya çalış, hadi sil gözlerini. Belki ilerde bir gün, her şey düzeldiğinde… Kim bilir? O zaman gelir mutlaka seni bulurum!”
Gülnaz’ın gözyaşları dinmek bilmiyordu. Oysa Yusuf’un fazla vakti kalmamıştı. Her an yakalanacak olmanın verdiği baskı artıyordu üzerinde. Onu daha fazla üzmeden bu işi bitirmeliydi.
“Hadi, seni böyle bırakıp gidemem, git yüzünü yıka, biraz toparlan. Konuşmaya öyle devam ederiz.”
Gülnaz istemeyerek kalkıp lavaboya gittiğinde, Yusuf ‘un usulca kapıdan çıktığını fark etmedi. Yüzünü yıkayıp içeri girdiğinde anladı oyuna geldiğini.
Onu böyle kaybetmeyi kabullenemiyordu!
Peşinden koşup sarılmak istedi son kez…
Bacakları titriyordu, olduğu yere çöktü kaldı. Hiçbir duyusu çalışmıyordu, otelin elli metre ötesindeki silahlı çatışmayı duymadı bile. Neden sonra kendine geldiğinde aşağıya indi. Oteldeki herkes dışarıya çıkmış ilerdeki kalabalık hakkında konuşuyordu.
Ne olduğunu merak bile etmeden yürüdü gitti
&
Polis, kaldırımın kenarındaki cesedin başında duran arkadaşına yaklaşarak,
“Ölürken bir şeyler söylemiş diyorlar, itiraf mıydı?” diye alçak sesle sordu.
“ Hayır, ama sanırım yandaşlarına bir mesajdı ya da bir tür şifre.”
“Ne dedi?”
“Bütün güzel çiçekler bir gün solar… gibi bir şey.”
“Allah kahretsin! Bizi yıllardır peşinde koşturduktan sonra ettiği lafa bak. Bunlar çiçekten, böcekten ne anlar? Çiçekler ha!..”
Yerdeki küçük taşı nişanlayıp bir tekme savurdu öfkeyle. Sonra etrafı gözden geçirdi.
“Dikkatli olun!” dedi endişeli bir ses tonuyla. “ Ortalıkta başka örgüt üyeleri de olabilir. Savcı gelene kadar kuş uçurtmayın.”
Sonra tekrar arkadaşına dönerek:
“Sen de raporuna o sözleri yazmayı unutma, bir ip ucu olabilir. Güzel çiçekler çabuk solarmış… hıh…sevsinler. Böyle adamların ağzına da hiç yakışmıyor!”
Bir cevap yazın