Bütün insanlar o yöne doğru koşturuyordu. Karınca yuvası misali bir kalabalık birikmişti caddenin kenarında, yaldızlı ışıkları olan marketin önünde. Önce bakmak istemedim ters yöne doğru devam ettim; annemin sürekli dillendirdiği, “Yolunu değiştirmek yoldan çıkmaktır.” ilkesiyle. Ama o ilkeleri her zaman çiğnemek istediğimi hatırladım, sonra merak kardeşime doğru yol almaya başladım. Bizim başı kalabalık marketti istikamet. Adımlarım seksek oynar gibi ritimliydi oysa oraya gidenler esefle birbirlerine bakarak aynı nazarla karşılaşmak arzusundaydı. Meraklarının aslında eleştiren ama sözde acıyan sahte tavırlar olduğu buradan fark edilse bile onlar kurşun döktürmüş, kocayı garantileyen gelin misali evde kalmışlara telkin verir gibiydi. Benim adımlarsa merak kardeşin ağına düşmüş, ritmi sağlayan müziğe biraz daha ses veriyordu. Biraz daha yakına geldiğimde kalabalığın uzaktan koro halindeki görüntüsünden solo bir panoramaya geçti nazarlıklarım. Birkaç adım sonra daha da belirginleşti kafalardaki seslerin farklılaşması. Kiminin kafasında çocuğunun hastalığı, kiminin kuru fasulyesinin ıslanıp ıslanmadığı, kiminin akşam izlediği filmde aklından çıkartamadığı çekici film oyuncusu, kiminin patronunun projesi, kiminin ise kocasının metresi… Benimse aklımda soru işareti… Çünkü ben hala oradaki kalabalığın ortasında ne olduğunu merak ediyorum. Biraz daha hızlanınca, at kuyruğu saçlarımı toplayan sarı kurdelemin gevşediğini hissettim ve duraksayıp onu yeniden bağlamak istedim ama ellerim boşlukta sallanıyordu. Anlam veremeyince devam ettim yürümeye. Bu insanların aynı yerde ve aynı odak noktasında olup, bu kadar farklı şeyleri nasıl düşündüklerine anlam vermeye çalışıyordum ki adımlarım sinyal verdi, “Geldik!” diye.
Kalabalığı açmama gerek yoktu çünkü onları itmeden ve onlar çekilmeden ilerleyebiliyordum. Nihayet bu karınca sürüsüne benzeyen fakat her biri kar taneleri gibi farklı olan kalabalığın toplanma sebebinin, kaldırıma serilmiş bir ceset olduğunu görecek kadar kalabalığın içine girebildim. Yerde yatan at kuyruğu saçları dağılmış ve sarı kurdelesi gevşemiş, yeşil elbiseli, beyaz çoraplı, yeşil ayakkabılı bir asker gibi nizami ve sıkıcı giydirilmiş on yaşında bir kız çocuğuydu, tıpkı benim gibi. Etraftakilere sordum, kızı tanıyıp tanımadıklarını ama kimse beni dinlemiyordu her zamanki gibi. Kızın başucunda bir kadın onu kollarına almıştı. Belki kız hala yaşıyordu ama kimse işin o kısmıyla ilgilenmiyordu. Biraz daha dikkatli bakınca kızın kanlar akan alnındaki acının çarpmadan değil baskıdan olduğu ve alnındaki kanın kıza huzur verdiği belli oluyordu. Etraftaki kalabalık gibi kızın da görünüşteki ve gerçekteki hisleri bambaşkaydı ama kimse birbirinin farkında değildi. Kendi kendime konuşmayı bırakıp çevreye kulak verdiğimde kızın başında duran kadının feryatlarını duymaya başladım. Kadın bir yandan ağlıyor bir yandan söyleniyordu görünüşte:
” Ah bebeğim neden elimi bıraktın? Neden koştun o köpeğin peşinden? Neden? Neden?
Zihninde ise:
“Ah aptal çocuk! Yine dinlemedin sözümü. Beğendin mi yaptığını?”
Oysa çocuk bir kuş misali özgürlük kanatlarını takmalıydı, o kanatlar onu kendi benliğine ulaştırmalıydı ve o kanatları sadece anneler takabilirdi. Sözünü dinleterek değil sözlerine ortak ederek… Küçücük bir kızken takmak gerekecekti şimdi o kanatları fakat benliğine değil sonsuzluğa doğru olacaktı yolculuk. Büyümeyi, kocaman bir kadın olmayı bekleyemeden…
Bir cevap yazın