Son yıllarda edebiyatımızda öykünün yükselişine tanık oluyoruz. Güçlü bir öykücü kuşak yetişiyor. Bu gücü yaratan etmenlerin başında bu öykücülerin şiirle kurdukları güçlü bağ olduğunu düşünüyorum. Hatta, diyebilirim ki, çoğu genç öykücü, şiirin olanaklarının günümüzün pek çok şairinden daha fazla farkında ve bu olanaklardan çok daha ustaca yararlanıyorlar. Şengül Can, bu genç öykücülerden biri. 2013 Yaşar Nabi Öykü Ödülü’nü alan dosyası 2013 Kasım’ında Varlık Yayınları tarafından Sarkaç adıyla yayımlandı.
Kitapta on dokuz öyküsü yer alıyor Can’ın. Kitaba da adını veren ilk öyküsünün daha ilk cümleleriyle şiirle alışverişi yoğun bir toplamla karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Şu cümlelerle karşılıyor Şengül Can okurunu: “Gözlerimi gömdüğüm yerlere gittim.Gözlerim yoktu. Evin içinde göl, gölün içinde ayna.” (s. 9) Bu şiirsel anlatım birçok öyküde sıcak okşayışlarla okuyanı tavlıyor adeta. “Köşedeki saatti babası” (s. 29), “Annem körebe oluyor, göremiyor saçlarımın kokusunu” (s. 69), “Babam kokuyor tenim” (s. 69), “Annemin kimsesi yok. O öylece gelmiş dünyaya. Tek.” (s.72) gibi örneklerle birlikte başka birçok şiir yükü olan ifade öykülerin üzerlerine serpiştirilen ışık tozları gibi göz okşuyor.
Şengül Can’ın öykülerini şiire yaklaştıran yalnızca bu değil. Dize kurar gibi kısa kısa cümleler kuruyor Can. Tez canlı bir genç kızın kıpır kıpırlığını anımsatan bu kısa cümle yapısı Can’ın öykülerinde bir biçeme dönüşüyor aynı zamanda. Devrik, eksiltili cümlelerle birlikte bütün bir şiirsel atmosferin içerisinde geziniyor okuyucu.
Sarkaç’taki öykülerin çoğu monologlarla ilerliyor. Karşılıklı konuşmalar bile bir monolog hissi uyandırıyor. Öykü kişileri ben-sen-biz belirsizliği içerisinde birbirine karışıyor. Olaylar izlenmeyi çok güçleştirecek bir biçimde parça parça, kopuk kopuk, iç içe geçmiş. Olaylar, zamanlar, mekânlar arasındaki geçişler ani. Bazen fark edilemeyecek kertede bir birdenbirelik. Geri dönüşler, bilindik öykü ya da romanlardakinden çok psikolojik/gerilim içerikli filmlerde sık sık gördüğümüz flashback’leri anımsatıyor.
O kadar ki, geri dönüş anında duymaya alışık olduğumuz ses efektlerini bile duyar gibi oluyoruz. Bir de, monologların hâkimiyetiyle ilerleyen öykülerde okuyucunun kendisini ortasında bulageldiği atmosferin ağırlığının tersine, Can’ın öykülerindeki bu birdenbirelik, bu ritmik iç sıkıntıları, bu tezcanlı huzursuzluklar; bunlar, okudukça cazip geliyor insana. Sanki o hallere girip çıkmadan, o hallerle ağırlaşmadan bir ruh halleri galerisinde gezinir gibi izliyor okur kahramanları.
Burada hemen akla gelebilir; yapaylık duygusu uyandırmıyor mu bu durum? Uyandırmıyor. Çünkü fazlasıyla hayatın içerisinde Can’ın öyküleri. Herkese çok çok tanıdık gelecek yaşantı parçacıklarıyla kurulu öyküler bunlar. Bir taraftan yukarıda bahsettiğimiz olan biteni dışarıdan gözlemlemiş ve aktarmış bir öykücünün varlığını hissettiren bir taraftansa hemen bütün öykülerde var olan ben anlatımıyla öykü kişiliğine de soyunan bir içerdenlik. Bu iki durumu yaratabilmenin rahatlığıyla yazılmış Sarkaç’taki öyküler.
Şengül Can’ın dille kurduğu ilişki ölçülü. Dil üzerinde yoğun bir dönüştürme etkinliği yerine, dilin yazara kurabileceği tuzakların da olabileceğinin farkında olarak yazıyor. Bu yüzden metnini ilginç kılma adına dil oyunlarına bir kurtarıcı gibi sarılan öykücüler gibi davranmıyor. Yeri geldikçe ve aslında çok daha etkili dokunuşlarla biçimliyor dili. Yalnızca sözcüklerle oynama modasına/kolaycılığına kapılmadan öykünün hem biçimine hem de içeriğine doğrudan etki eden dokunuşlar bunlar.
Bunun belki de en güzel örneği “Birkiüç” adlı öykü. Öykünün başından itibaren cümlelerin, paragrafların arasına yerleşen bir sayaç sürekli büyüyen rakamlarla dönüyor adeta. “Birkiüç”, “Dörtbeşaltı”… Saklambaçtan körebeye evrilen bir “oyun içinde oyun” oynanıyor. Çocukluğun tüm ruh hallerine de girip çıkan, anne ve baba imgesinin yarattığı o amorf ruhun bilinçaltında gezinen ve takvimleri giderek değiştiren, oynandıkça yittiği anlaşılan çocukluğun trajik oyunu.
O oyunun gerçekle mesafesinin sıfırlandığı noktada bir kez daha dönüyor sayaç; “kıryedikırksekizkırkdokuzelli. Aptal olduğun belli.” Çoğu öykülerin kahramanlarının kadın olduğu bir kitap Sarkaç. Çocukluktan yaşlılığa kadar tüm kadın halleri, hem de iç içe geçmiş olarak sergileniyor bu öykülerde. Ancak, yaşlılık ve dulluk Can’ın vazgeçemediği iki hal. Düğüne adlı öykü şöyle bir bölüm var; “Aslında saflar belli, sandalye ve masalar. Bizim taraf karşı taraf. Şimdi oradan bir adam gelse. Karşı taraftan. ‘Ben de erkeğim, benimle de evlen’ dese. Bir sağa bir sola baksam. ‘Yeterince dulum, çok dulum. Hatta dul kokuyor buralar.’ Koklasa…” (s. 41) Hem dulluk hem de yaşlılık kadının bastırılmış cinselliğine dair örtük bir eleştiri olarak da okunabilir.
Zaten, bildirisini açıktan iletmeyi seven bir yazar değil Can. Onun tavrını, hayata, olaylara bakışını satır aralarından okumak mümkün ancak. Açıklayıcı olması için başka bir örnek verebiliriz; Can’ın öykülerinde savaş karşıtlığına yönelik tek bir satır yok. Ancak, iki öyküsünde (Hortlak ve Kaç Kaç) öyle tiplemeler yaratır ki Can, savaşın tahrip edici etkilerini farkına bile vardırmadan okuyanın bilinçaltına işleyiverir. Can’ın öyküleri hem diliyle hem de kadına dair satır aralarında gizledikleriyle etkileyici bir okuma vaat ediyor. Sarkaç, Şengül Can, Varlık Yayınları, Kasım 2013.
Bir cevap yazın