“Çok buyurgansın. Hiç toleransın yok. Affedici değilsin. Çok inatçısın. Ben erkek olduğum halde
senin gibi davranmıyorum. Sevmek birini olduğu gibi kabullenmek demek değil mi? Beni yeni mi
tanıyorsun?”
“Ya sen? Beni yeni mi tanıyorsun? Kabullenmekten söz ediyorsun. Niçin beni böyle
kabullenmiyorsun?”
“Ama sen benim kişisel yaşantımı hizaya sokmak istiyorsun. Bu benim yaşantım. Kabullenmek derken
başkasının ya da senin yaşantını kabullenmekten söz ediyorum. Yoksa senin beni canının istediği gibi
düzene sokmanı değil.”
“Öyle ama…”
“Öyle ne?”
“Sen de hiçbir dediğimi kabul etmiyorsun!”
“Hayır, ediyorum. Bana zorla börek yediriyorsun, yemek istemediğimi söylediğim halde. O böreği
yiyorum, sen istedin diye. Ama doğru mu yaptığım, değil. Çünkü onu yedirince başka şeyler de
yaptırabileceğini düşünüyorsun. Böyle davranıp beni yaralıyorsun, farkında değilsin. Ben çocuk
muyum, annem misin? Uzun süre yalnız kalmış kadınlar, yaşamlarındaki her şeyi kendileri yaptıkları
için bir arkadaşlıkları olduğunda ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Senin durumun böyle… Artık
çocuklarınla değilsin. Karşında büyük biri var ama aradaki farkı bilemiyorsun.”
“Senin iyiliğin için…”
“Evet, genel olarak baktığımızda iyiliğimi düşünüyorsun ama müdahale ettiğin şeyler benim kişisel
sınırlarım içinde. Hakkın yok buna. Bak, uzun süredir birlikteyiz. Sigara içiyorsun. Ben içmiyorum.
Sana bugüne kadar hiç sigara içme dedim mi? Bu kötü bir alışkanlık desem bile bu yalnızca bir öneri
olmaktan ileri gidemezdi. Ama deseydim o konuda gerilirdin değil mi?”
“Evet.”
“Çünkü o senin kişisel özelliğin. Müdahale etmeye hakkım yok. Bilmezsin ki eski eşim de sigara
içerdi. Hep sigara kokardı, nefret ederdim. Ama söylemezdim, onu engellemeye hiç kalkmadım, seni
engellemediğim gibi. Ama iş benim kişisel sınırlarıma geldiğinde hiç de benim gibi davranmıyorsun.
Anlamı şu: kişiliğimi yok sayıyorsun. Bu durumda seni seviyorum demenin ne anlamı var?
Seninle bisiklet turunda ilk tanıştığımızda içimden ‘tamam’ dedim, ‘aradığımı buldum’. Tatlı sevimli,
güleç, içten… Ama samimi olduktan sonra gördüm ki olmuyor. Neden hep insanları isteğinize göre
‘düzeltmeye’ çalışırsınız ki?
Böyle sürdüremeyiz arkadaşlığımızı. Bir süre görüşmesek ikimiz için de iyi olur.”
“Bence de bir süre görüşmeyelim.”
“Tamam, görüşmeyelim.”
“Görüşmeyelim…”
“Görüşmeyelim…” İkisi de pek memnun olmamıştı bu karardan ama olmuştu bir kere. Kısa bir süre
sessizce oturdular. Erkek ayağa kalktı.
“Hoşça kal…”
“Hoşça kal…” Öpüşmediler, el sıkışmadılar. Erkek arkasını dönüp gitti.
…
Kötü zamanlardı. Dünya ekonomik sıkıntılarla çalkalanıyordu. Dünyanın en büyük devletleri işin
içinden çıkamıyor, gidişi engelleyemiyorlardı. Bütün ülkelerde isyanlar çıkıyor, yağmalamalar
engellenemiyordu. Devlet temsilcileri sık sık bir araya gelip sorunlarını konuşuyorlar, kâğıt üzerinde
anlaşıyorlar ama pratikte anlaşamıyorlardı. Dünyada kendilerine bağlı olan, yönettikleri başka
devletler vardı. Büyükler anlaşsa bile bunlar anlaşamıyorlar, kararlara uymuyorlardı. Büyükler işlerine
gelmediği için çoğu kez onlara ses çıkaramıyordu, ya da yaptıkları çıkarlarına yararlı olduğu için.
Dünya, aracını son hızla uçuruma doğru sürdü. Karşılıklı tırmanmaların önüne geçilemedi.
…
Zincirlikuyu, Levent taraflarında, iş merkezlerinin ve gökdelenlerin yoğun olduğu yerde, bir mantar
bulutu yükseldi. Hiç beklenmeyen bir şeydi bu. Patlamanın etkisiyle bir anda yüzbinlerce insan öldü.
Ancak arada Boğaziçi’nin olması, patlama noktasına uzaklığı, Yel Değirmeni ve Acıbadem’in tepeleri
nedeniyle Anadolu yakasının iç kısımları ilk anda çok etkilenmedi. Kadıköy’de yaşayanlar bir film
izler gibi Güneşten daha parlak ışığı ve mantar bulutunu gördüler.
İki sevgili çoktandır görüşmüyorlardı ama akılları birbirlerine takılıydı. Zaman geçtikçe boşluk
büyüyordu. Ayrılık dayanılmaz olmuştu. Felakette aklına ilk gelen şey o oldu.
“Aman Tanrım… Aman Tanrım… Şimdi ne yapıyor? Emniyette mi? Başına bir şey gelmiş olmasın?”
Sanki hep ararmış gibi telefona sarıldı. Ancak operatör çalışmıyordu.
“Ne yapabilirim? Ne yapabilirim? Tek çözüm, evine giderim.”
Evleri çok uzak değildi. Normalde, kırgın değilken birbirlerine bisikletle gidip gelirlerdi. Bu iyi bir
şeydi, çünkü ne dolmuş vardı ne taksi. Bisikletini aldı, bütün gücüyle pedala bastı. Zaman zaman
nefesi tıkanıp bacaklarına ağırlık gelince yavaşlıyor, yokuş aşağı giderken dinleniyor, sonra yeniden
hızlanıyordu.
Geldi, kapıyı çaldı, bekledi. Açan olmadı. Biraz bekleyip bir daha çaldı. Yine yanıt yoktu. Eve üzgün
dönerken yarı yolda birden onu gördü. O da bisikletin üzerindeydi.
Hem sevindi, hem de “Neredesin? Aklımı başımdan aldın. ” diye çıkıştı.
“Ya sen? Ödümü kopardın!”
“Seni arıyordum…”
“Ben de seni…” dedi, bütün içtenliği ile gülümsedi. Bisikletleri yere atıp kucaklaştılar.
…
“Gitmeliyiz buradan, hem de hemen! Radyoaktif serpinti başlayacak. Uzaklara gitmeliyiz. Bunu yarım
bırakmazlar. Her an yenisi patlayabilir. İstanbul burası.”
“Araç bulamayız ki?”
“Bisikletlerimiz var.”
“Yiyecek?”
“Alabildiğimiz kadar alırız. Gerisini sonra düşünürüz. Şimdi, hemen gitmeliyiz. Sahil yolundan
gideceğiz. Düşündüm bunu. Orada inişli, çıkışlı, yokuşlu yerler yok. Sahilden gidebildiğimiz kadar
gideriz. Bir yanımız deniz olacağı için en azından oradan tehlike gelmez.”
“Ya nereye gideceğiz oradan?”
“Nereye olursa yeter ki buradan uzakta olalım. Büyük kentlere de gitmeyeceğiz. Dağlara gideriz. Bolu
dağlarına veya Kaz Dağlarına…”
“Çözüm değil ama…”
Bir markete gittiler. Camları kırılmıştı. Görevliler kaçmış, market yağmalanıyordu. Başka seçenek
yoktu. Yağmaya katıldılar. Bir ayran şişesi, dilimlenmiş kaşar peyniri paketi vs. yağmadan kucaklarına
bulabildikleri bir şeyler doldurup yola çıktılar. Yollar araçlarla doluydu. Trafik tıkalıydı ama bisikletle
aralardan yol bulup gidiyorlardı.
“Yanımda sür, uzaklaşma.”
“Neden olduğu konusunda fikrin var mı?”
“Savaşın mı? Neden olacak? Anlaşamadılar bir türlü. Hep birbirlerini tökezlettiler, tekerlerine çomak
soktular. Önceki savaş nasıl başladıysa bu da öyle başladı. Küçük bir kıvılcım barut fıçısını patlatmaya
yetiyor. Önemli olan, barut fıçısını kıvılcımın yanına koymamaktı…”
“Çıkmaz diyorlardı, çıkmayacak diyorlardı, kimse göze alamaz diyorlardı. Karşılıklı denge var
diyorlardı…”
Pendik’e vardıklarında yol biraz olsun gevşedi. O sırada bütün göğü aydınlatan bir şey oldu. Geriye
dönüp baktıklarında, parlak ışık yüzünden bir süre bir şey göremediler.
“Bir tane daha… Bunu sanırım Anadolu yakasına attılar.”
“Kalsaydık, herhalde şimdi ölmüştük.” Dehşet, onlara artık dehşetli gelmiyordu.
Anayollar hep doluydu. Çevre yolları yan şeritlerine kadar araçla kaplıydı. Bisikletle bile yol bulmak
zordu. Birileri araçlarından inmiş, öldüresiye kavga ediyordu. Yanlarında yiyecekler vardı. Başkaları
saldırabilirdi. Pendik’ten sonra ara yollardan gitmeye karar verdiler.
Akşam oldu, hava karardı, Çevrede hiç ışık yanmadı. Önlerini göremez oldular. Yalnız yanlarından
geçen araçların far ışıkları vardı. Uzaktan Osmangazi köprüsü ve körfez göründü.
“Köprüden geçeceğiz.”
“İzmit’e gitmiyor muyuz?”
“Hayır. Orası büyük kent ve sanayi bölgesi… Yakıt depoları var, deniz üssü de Gölcük’te, bütün deniz
kuvvetleri orada. Bugün değilse yarın oraya da bir tane atarlar.
“Çok yoruldum, mola verelim biraz.”
“Tamam, ama çok fazla durmayalım. Köprüden geçeceğiz.”
“Neden dinlenmiyoruz? Geceyi geçirip yarın geçelim köprüden.”
“Hayır, hayır, yarın bu köprü yerinde olmayabilir. Şimdi geçeceğiz.”
“Tamam, dinlenelim biraz ama…”
Yolun banketinden biraz aşağı inip körfeze karşı yerleştiler. Toprağa oturup birbirlerine sokuldular.
Her yer sessiz ve karanlıktı.
“Nasıl oldu bu? İnanamıyorum… Nasıl oldu?”
“Nereye gideceğiz?”
“Bilmiyorum. İnsanların olmadığı bir yere, dağlara, en iyisi Kaz Dağlarına. Düşmanların bomba
atmaya değer görmediği bir yere…”
“Farkında mısın?” diye devam etti.
“Neyin farkında mıyım?”
“Bana uyuyorsun. Bana uydun diye kötü hissetmene gerek yok. Bu kötü bir şey değil. Biri birine
uymalı ki gelişme olsun. Yoksa nasıl aynı yolda gidebiliriz ki?”
“Başlama yine.” Gülümsediler. Birbirlerine daha sıkı sarıldılar.
Biraz dinlendikten sonra yeniden pedallamaya başladılar. Yanlarından süratle arabalar geçerken
köprüye girdiler. Hiçbir görevli yoktu. Askerler kontrolü ele almıştı. Silahlı askerlerin önünden
sürerken bir şey demediler. Köprüden tam çıktıkları sırada İzmit tarafından gözleri kör eden bir ışık
geldi ve devasa bir mantar bulutu yükseldi.
“İşte…”
“Yıkım etkisi buraya kadar gelir mi?”
“Bilmiyorum. 40-50 km var aramızda. Gücüne ve yapısına da bağlı… Bunlar Hiroşima’ya atılan
bombadan kat kat güçlü…”
“Nereye gidiyoruz? Radyoaktif etki yakında her yeri sarar. Anlamı yok ki bu gidişin…”
“Kalırsak, boynunu bilerek yağlı ilmeğe uzatan bir idam mahkûmuna benzeriz. Adam öleceğini bilir,
‘sehpaya çık’ dediklerinde ‘boynunu uzat’ dediklerinde, itiraz etmez.
Belki bir mağara buluruz, serpinti orayı etkilemez. İçerlektir. Belki yükseklerde etki daha azdır. Belki
kim bilir, başka bir şey olur. Ama burada duramayız. Pedalla! Düşmanların bomba atmaya değer
görmediği bir yere… İnsanların olmadığı bir yere!”
Mehmet Sinan Gür, 30.Mart.2020, Korona günleri
Bir cevap yazın