Fransız düşünür ve yazar Jean Paul Sartre der ki; “Hayat alev almış bir tiyatro sahnesidir”. İşte bu tiyatroda başrol oyuncusu yoktur, çünkü herkes başrol oynar. Çoğumuz gerçek bir savaşın içine doğmadık ve gerçek bir savaşta yaşamak zorunda kalmadık. Ama ben hayatı hep bir savaş olarak algıladım. Hayatın içindeki irili ufaklı savaşlara büyüdükçe, zor da olsa alışıyor da insan çocukları aynı savaşın içinde görmeyi yüreği bir türlü kabullenemiyor. Çocuk hangi dil, din, ırk ve renkte olursa olsun aşktır. Savaşlarda aç, susuz, anne-babası olmadan, evsiz, yataksız, oyuncaksız, çikolatasız ve hatta büyümek zorunda kalandır.
Hayatla savaşan çocuklarla dolu etrafımız. Trafik ışıklarında durduğumuzda arabanın camını kapatıp mendil satarken gözlerimizi kaçırdığımız sonra İstiklal’de bir güle ederinden daha fazla ödeyerek vicdanımızı rahatlatmaya çalıştığımız çocuklarla. Acaba kaçımız sıradan bir günde Çocuk Esirgeme Kurumu’nu ziyaret ederek bir çocuğu birkaç saatliğine de olsa o sürüncemenin, o savaşın ortasından çekip aldık? Uzakta ya da yakındaki aç, hasta veya engelli çocukları televizyonda izleyip 5 Tl’lik mesajlar göndermek bizlerin vicdanını rahatlatır belki ama o çocuklara iç dünyalarında yaşadıkları travmaları unutturmaya yetmez. O çocuklar şanssızlar, savaşa doğmuşlar, sizden bizden farklılar çünkü savaştalar, acıyorlar. Acıyorlar çünkü minik dünyalarına biz var ettik savaşları. Acıyorlar biz üstümüze düşeni yapmadığımız için. Yıkmadığımız için düzensizliğin düzenini.
Fransız İhtilalı ve beraberinde gerçekleşen Sanayi Devrimi, arkasından kapitalizmin kemirici yapısıyla beraber İngiltere’de başlayıp sonra tüm dünyaya yayılan çocuk işçilerin dramı ve günümüz. Kapitalist düzende hala çalışan, aç kalan, acıyan ve ölen çocuklar. 1789’dan bu yana çok şey değişmiş olmalıydı oysa. Eğitilen çocuklar olmalıydı, çöplerde yemek toplayan değil. Özgür çocuklar olmalıydı, ıslahevlerinde yetişen değil. Gülen çocuklar olmalıydı, açlıktan ağlayan çocuklar değil. Kardeş isteyen çocuklar olmalıydı, kardeşini elleriyle toprağa veren değil. Ve barışa inanan çocuklar olmalıydı hayatla savaşan değil.
Srebrenitsa Katliamı’nda bir çocuk ölmeden önce soruyor annesine “Çocukları küçük kurşunlarla mı öldürürler anne?” Anne ne dese boş. “Evet” dese de “Hayır” dese de yavrusu ellerinde ölecek. Bu çocuk daha somut yaşamı bile kavrayamamışken soyut olan ölümü nasıl anlayabilir ki? Belki biraz daha dayansaydı bedeni sorardı annesine “Çocuklara cennette çikolatalı süt verirler mi anne?”. Kim bilir şimdi cennette sütünü içip bize bakıyordur belki.
Uruguaylı yazar Eduardo Galeano Tepetaklak adlı eserinde “dünyanın çocuk halini” şöyle özetlemiş;
“Java Denizi’nde inci aramak için denize dalıyorlar. Kongo madenlerinde elmas peşindeler. Peru’daki maden ocaklarında köstebeklik yapıyorlar. Tünellerin alçaklığı yüzünden vazgeçilmezler ve akciğerleri daha fazla dayanamayınca kimsesizler mezarlığına koyuluyorlar.
“İstanbul’un, Mexico City’nin, Manila’nın ve Lagos’un çöplerinde cam, teneke kutu ya da kâğıt topluyorlar”
“İran’da, Nepal’da ve Hindistan’da anne ve babaları tarafından kiralanıp gün doğumu öncesinden gece yarısından sonraya kadar halı dokuyorlar ve biri onları kurtarmaya geldiğinde ‘Efendim benim yeni sahibim siz misiniz?’ diye soruyorlar. Sudan’da babaları tarafından 100 dolara satılıp seks ve diğer her türlü işte çalışmaya zorlanıyorlar.”
İşte dünyanın çocuk hali bu. Çocukların hayatla böylesinde savaştığı bu dünyada evrensel bir ahlak yasasından bahsetmek mümkün mü?
Çocukların savaştaki hali gerçek yaşamdan alınarak o kadar çok filme konu edilmiştir ki. Steven Spielberg’in 7 Oscar Ödüllü 1993 yapımı Schindler’in Listesi filmi çarpıcı bir detay ile başlar; film özellikle siyah-beyaz çekilmiştir ve filmin başlarında beş-altı yaşlarındaki bir kız çocuğu kırmızı paltosuyla Nazi subaylarının arasından geçmektedir. Filmin sonlarına doğru bu kız çocuğunu kırmızı paltosu ile yeniden görürüz, üst üste dizilmiş cesetlerin arasında. Artık yüzünde endişe, acı ve korku yoktur. Çikolatalı sütünü içmeye gitmiştir.
Roberto Benigni’nin yönetmenliğini yaptığı ve başrolünü oynadığı Hayat Güzeldir adlı filmi ise İkinci Dünya Savaşı’nı bize bambaşka bir bakış açısıyla sunar. Hayat Güzeldir filmi daha az göze sokar ölümü. Bir baba ölümüne saklar oğlunu savaştan, yapılan her şeyi çocuğuna bir oyun, bir masal gibi sunar. Esir kampında çocuğunu Nazi subaylarından saklamak için onu yanmayan bir sobanın içine gizler. Baba çocuğuna bunun bir oyun olduğunu ve yapması gerekenin sessiz kalmak olduğunu, böylece en yüksek puanı onun alacağını söyler. Bunun gibi birçok oyunla savaşın sonuna kadar çocuğu saklar, çocuk savaşı hiç anlamaz. Babasının götürülüşü (ölümü) bile oyunun bir parçasıdır. Ne kadar az üzülürse o kadar çok puan. Baba gider, çocuk kurtulur, oyun biter. O çocuk bundan sonra yaşadığı hiçbir an oyun oynamayı sevebilir mi? Hangi oyun ona babasını geri verir?
Her savaşta ölür çocuklar; Auschwitz’de de, Filistin’de de, Uganda’da, Rojova’da da.
Ve bir Tunç Başaran filmi; Uçurtmayı Vurmasınlar. Hapishanede annesiyle kalmak zorunda olan ve özgürlüğe ulaşmak için bir uçurtma kanadına hasret bir çocuğun savaşı. Bugün de hapishanelerde anneleriyle yaşamak durumunda kalan çocukların savaşı gibi.
Çocuklar için savaş her yerde. Boşanmanın eşiğine gelmiş bir aile, havada uçuşan küfürler, birbirine tahammül edemeyen iki insan ve çoğu zaman izlediğini bile fark etmedikleri çocukları. Yaşadıklarından dolayı çizgi film seyrederken bile tüm algılarıyla şiddete odaklanmış bir çocuk. Ve gelecekteki yaşamına aktarılan travmalar, hayatının en sorunsuz geçmesi gereken zamanında küçücük aklıyla taraf bile tutmaya zorlandığı ve sorumsuz bir şekilde ortasında bırakıldığı savaş.
Biraz etrafımıza bakacak olsak o küçük kalplerin savaşa aslında ne kadar yakın olduklarını görmemiz zor değil. Kapitalizmin çirkin yüzünde gece gündüz çalışan onlar, hapishanelerde büyümek zorunda kalan onlar, açlıktan Afrika’nın hemen her yerinde ağlayan onlar, savaşta henüz yaşamı anlayamadan ölen onlar, Uzakdoğu’dan zengin masalara internet üzerinden satılan onlar. Onlar orada da biz nerdeyiz? Gözlerimiz neden bantlı, sesimiz neden çıkmıyor? Vicdanlarımız nerede?
Hepimizin savaşının bu olması dileğiyle yazımı Afrika kökenli ünlü aktör Morgan Freeman’ın şu anlamlı sözüyle bitirmek istiyorum:
“Afrika’daki bir anne ‘Hadi oğlum tabağındaki her şeyi bitir’ diyene kadar sürecek benim savaşım”
Aylin Özer
Bir cevap yazın