3-
“Kapitalizm, toplumsal evrimi ekolojik evrimle tamamen uyumsuz hale getirmiştir.” Murray Bookchin
Bütün ütopyalar sonuçta dönemi içinde toplumların karşılaştıkları sorunlar için öneri getiren anahtarlar niteliğindedir ve bunu gizli anlatımlar ya da göndermelere başvurarak yapar. Bu düşlerle dünü (nostalji) ve gelecekle ilgili tasarımlarla da (hayal) yarını kapsar. Her yönüyle ütopya yazını elbette edebiyatta önemli bir alanı doldurur.
“Ütopyalar, çoğunlukla toplumsal krizlere bir yanıt olarak ortaya çıkarak toplumların dönüşümünü amaçlarlar.” diyor Sadık Usta (S.40, Türk Ütopyaları, Kaynak Yayınları). Ancak Abensour’un “Ütopyadan yoksun bir toplum, tam anlamıyla totaliter bir toplumdur.” sözünü sırf totaliter toplumlar için sarfettiği iddia edilmemeli…
“Ütopya sözcüğü, bildiğimiz gibi, bir kelime oyununun ürünüdür. Yunancada, yer/mekan anlamına gelen ‘topos’un başına olumsuzluk takısı eklenerek icat edilmiştir: U-topos, olmayan yer, yok-ülke.” (Ütopyalar Dizisi, Kaynak Yayınları)
M.A.Kılıçbay, Leviathan’a (Thomas Hobbes) yazdığı önsözde ise şöyle diyordu: “Her ütopya , bir cennet veya bir cehennem senaryosudur ve modelini haritada terra incognita diye gösterilen yerlerden alır.” Yani bilinmeyen yerlerden…O sebeple keşifler çağı olarak anılan 15 ve 16. Yy’da Avrupalılar için Asya ve Amerika terra incognita olmuştur. Keşif bekleyen deniz ötesi topraklar bilhassa adalar ise Avrupalı yazarlar için birer ütopya konusu…
Tıpkı Beydeba gibi, Ezop gibi, La Fontainne gibi Yaşar Kemal, Fakir Baykurt’u da edebiyatımızın fabl ustaları kabul etmek gerekiyor. Çocukluğumda okuduğum Y.Kemal’in “Filler Sultanı ve Topal Karıncası” ile Fakir Baykurt un “Sakarca” adlı çocuk kitaplarını bu kategoride saymak yanlış olmaz… Bu iki ustanın andığım yapıtları hem hayat görüşümü şekillendirmiş hem de bana kitap okuma alışkanlığını aşılamışlardır. Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” adlı romanını okuduğumda üniversite yıllarında okuduğum Cüneyt Arcayürek’in o yıllarda kaleme aldığı “Ku-de-ta” adlı roman aklıma gelivermişti. C.Arcayürek ve Z.Livaneli iki ayrı ada hikayesi anlatmıştır.
Kudeta (Coup d’Etat), hükümet darbesi anlamına gelen Fransızca bir sözcüğün okunuş şekli idi. Düşsel bir adada geçen olayları anlatır. 1985’te yayınlanan kitap 12 Eylül askeri darbesinden sonra sivil yaşama geçişi anlatır: Serbest piyasa, özelleştirme, liberalizm uygulamaları vs.
Son Ada ile ilgili tabi ki tavsiye edilmesi kadar Y.Kemal’in kitaba yazdığı önsözdeki “Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.” şeklindeki övgü dolu sözler alıp okumamda etkili olmuştur. Livaneli’nin 2008 yılında yayımlanan romanında anlatıcı “son sığınak, son insani köşe” dediği bir adaya sığınıyor.
Ada birlikte üretip (fıstıkçamı) kazancın paylaşıldığı ütopik bir adadır. Başta sessiz kendi halinde insanların yaşadığı (40 hane) bir diktatörün gelmesiyle değişmeye başlıyor. Kötüye giden ve en sonunda adanın doğal dengesinin de bozulmasına yol açan olaylar (martıların öldürülmesi, zehirli yılanların ve tilkilerin çoğalması) ekseninde distopik bir hikayeye dönüşümünü anlatıyordu. Roman için, “Toplumun ve doğanın kendi dengelerini bulacağı, daha doğrusu bulması gerektiği üzerinde yoğunlaşıyor. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız, sonuç felakete varıyor; hem doğa mahvoluyor hem insan.” diyordu Livaneli.
Her iki roman dönemin siyasal ve toplumsal yapısını hicveder. İlki 80’li yıllar ikincisi yakın siyasal tarihimizi. Ütopyadan distopyaya dönüşen iki romandaki ortak başka bir özellik de tıpkı Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt’un başvurdukları gibi hayvanları kişileştirmeleri olayların içine katmalarıydı:
“Herkes özgür olacak, insanlar, tavşanlar, yılanlar diledikleri gibi yaşayacaklar, aralarında tartışacaklardı. ‘Ada için ne düş’ dedi.” (Kudeta, S.138). Her iki romanda da tavşanlarla, tilkilerle, yılanlarla savaşıyordu ada halkı…
Birçok mekanda geçen ütopya türleri var: Ada, kıta, gökyüzü…
En bilinen iki ada hikayesi Platon’un aktardığı “Atlantis” ve F.Bacon’un yazdığı “Yeni Atlantis”ti. En son okuduğum ada ütopyası (distopyası) ise Bernard Beckett’in “Genesis”i (2006)…
Yakın gelecekteki ütopyaların bir çoğu karamsardı ve birer distopyaya dönüşüyordu. En bilinenlerinden arasında H.Wells’in “Zaman Makinası” Aldoux Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”, Cormac McCarthy’nin “Yol” (2006) adlı kitapları da sayılabilir. Her biri aslında post- apokaliptik (kıyamet sonrası bilim kurgu) hikayeler… Wells’e göre upuzun yıl sonra (800 bin yıl) iki farklı biyolojik ırk gelişiyordu: Yukarı dünyalılar ve yeraltında yaşayanlar (Morlocklar). Morlockların durumu pek iç açıcı değildi. Beckett’in Genesis (Oluşum) adlı romanı da işte böyle bir gelecek öngörüyor: Büyük savaşlar, çevre kirliliği, iklim değişiklikleri, salgın hastalıklar vs. sonucunda bir adaya sığınan insanların kendi geliştirdikleri androidlerle (yapay zeka) karşı karşıya kalışını anlatan felsefik türde bir distopyası…
Son zamanlarda peşpeşe yeniden yayınlanan 3 deniz ütopyası da dikkate değer: “Sürü” (Frank Schatzing), “Kedi Beşiği” (Kurt Vonnegut) ile “Ada” (Aldoux Huxley). Şimdilerde bunları okumaktayım…
Ada ve ütopya konusu İzmir’i aklıma getirdi.
Üniversite’yi 1980’lerde İzmir’de okudum. Vaktimizin büyük kısmı Bornova’da geçerdi. 1997’de babamla hem yakın ziyareti hem not dökümü (transkript) almak için tekrar İzmir’e gittiğimde büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. O yılların İzmir’i şimdiki gibi kalabalık ve gürültülü bir şehir değildi (Şimdi hangi büyük şehir öyle değil ki?). Eli kolu sallayarak yürüdüğümüz o bomboş Bornova caddelerinden karşıdan karşıya geçmek için artık beklememiz gerekecekti. Karşıyaka’da da aynısını yaşadık. Bu defa yolda yürürken insanlarla çarpışır hale gelmiştik.
25 yıl sonra babamı kaybettikten sonra yeniden yolum İzmir’e düşmüştü. Çeşme’ye giderken arkadaşımla yol üstündeki İzmir’de duraklayıp dolaşmak içimizden bile geçmemiştir.
YANKI magazinsel üslupla siyasi yayın yapan ve okulda da idareciler tarafından takip edilen bir dergiydi. O yıllar çeşitli dergilere seçtiğim konular basın-yayın ile eğitim sorunu üzerine olurdu. Böyle bir düzine yazı…
Öğretim görevlimiz Şadan Gökovalı’nın tertiplediği bir üniversite gezisi sonrası İzmir üzerine de bir yazı kaleme alıp dergiye göndermiştim. Kadifekale’nin bakımsızlığından, çevresindeki düzenlemelerin özensizliğinden falan bahsetmiş ve şöyle demiştim: “Kadifekale’nin çevresine gelişigüzel serpiştirilmiş birkaç çiçekten ibaret görüntü yaratılmış sadece. Gezmek için ne bir yol var, ne hocamızdan başka bir rehber. Ne bu yerlere gereken önemi veriyoruz ne de tanıtımını yapabiliyoruz buraların. Oysa hemen her Avrupa ülkesinin broşürlerinde eser ne kadar yıpranmış da olsa çevresi iyi onun için güzel görünüyor. Adamlar sahip oldukları tarihi eserleri çok iyi koruyorlar, adeta simgeleştiriyorlar.” (Sayı 776, 10-16 Şubat 1986).
İzmir’i bir fuar günü avlusunda sabahladığımız sabunsuz Basmane hotellerinden birinden de anımsamadan edemiyorum… Ve sabun isteyince adamdan yediğim fırçayı da unutamam…
Uzun yıllar oldu İzmir’e hiç gitmedim bir daha. Sadece İzmir’le ilgili iyi kötü bir şeyler anımsıyorum. Nasıldır ne haldedirler o anımsadıklarım bilmem. Şimdi ise İzmir’le ilgili güzel şeyler duyuyorum sadece. Umarım duyduklarım gibi hepsi daha iyi durumdadırlar şimdi. O zamanlar en azından böyleydiler…
Bursa’da restorasyon, renovasyon, restitüsyon vs. adı altında yıkılıp yeniden yapılan eski eserlerin akıbetini görünce İzmir için güzel şeyler temenni etmekten başka aklıma bir şey gelmiyor çünkü…
Ve bu da İzmir örneği idi.
Ütopya şehirlerinin çoğu aşırı kalabalık, sağlıksızlık ve pahalılık (yapı malz.) gibi gereksinimlerle tasarlanmıştı. Yaşam koşulları, hava kirliliği, trafikte harcanan zaman ve park ile yeşil alan yoksunluğu gibi nedenlerle de sadece mekanı değil toplumsal yapıyı da yani bir ideal kenti de hedeflemiştir. Bu ideal fikirlerden hiç biri hayata geçirilmemiş olsa da çoğu uygulanan mimari tasarımlara; prefabrik yapılara, yer altı sığınaklarına, çağdaş metropollere, uydu kentlere vs. esin kaynağı olmuşlardır.
3 kent.. Yaşamımda yer kaplamış bu üç kentin hiçbiri benim için ütopya değildi. Geçmiş ve gelecek; kayıplarımız ve beklentilerimizdi bizim ütopyalarımız…
Bir cevap yazın