Işığı yüzüne tuttuğumda az kalsın çığlık atacaktı. Kendini güç bela da olsa sakinleştirmeyi başardı.
Küçük, karanlık bir odada yerde boylu boyunca uzanıyordu. Susuzluktan dudakları birbirine
yapışmıştı. Kendi düşüncelerini duymaktan aklı uyuşmuştu. Sersemlemiş bir halde bana baktı, kim
olduğumu çıkaramadı çünkü elimde tuttuğum fener yalnız onu aydınlatıyor, benim yüzümü karşı
tarafa hiç göstermiyordu. Buna rağmen boyumdan posumdan benim bir kız olduğumu tahmin
edebilirdi. Bacaklarını uzattı, sol eliyle yanındaki duvardan destek alarak doğrulmaya çalıştı. Önce
dizleri yere değdi, sonra bütün vücudunu kaldırmayı başardı. Feneri suratından çekip yere
tuttuğumda karanlığın içindeki bana hayretle baktı.
“Kimsin sen?” diye sordu. Oda aydınlanınca feneri gelişi güzel bir yere fırlattım. İçinde bulunduğumuz
sessizlikte yere düşünce TAK diye bir ses çıkardı ve duvarlar titredi.
Kıza, “Bir önemi yok,” dedim. “Senin için buradayım ben.”
Başını kaldırıp yukarı, tavana baktı. Oda yalnızca dört duvardan oluşuyordu. İçerinin aydınlanmasını
sağlayacak bir ışık kaynağı yoktu. Üstelik etrafta kapı, pencere, havalandırma da yoktu. Yani dışarıdan
birinin gelmesi imkansızdı. Kız ürperdi. “Nesin sen?” diye sordu. Benden birkaç adım uzaklaştığında
sırtı duvara değmişti. Küçük bir odaydı burası, fazla uzaklaşamadı.
Sorusunu ve hareketlerini görmezden geldim. “Haftalardır burada, beni beklemiyor musun? Seni
çıkarmamı…” Kafası karıştı.
“Haftalar mı? Saatler geçmiş olabilir, ama susuzluktan ve açlıktan ölmediğime göre o kadar uzun
zaman geçmiş olamaz. Sen mi kapattın beni buraya? Niye peki?”
“Benim için haftalar, senin içinse saatler geçti. Sakinleş ve az öncesini hatırlamaya çalış.”
Kız bana bakmayı nihayet kesti. Telaşlı ruh hali git gide kaybolurken, “Bir kaza geçirmiştim,” dedi.
“Trafik kazası. Annem ve babam da yanımdaydı.”
“Doğru,” dedim. “Emniyet kemerini takmayı unutmuşsun. Ailen hayatta, sağlıklı… Ama sen
komadasın.”
“Unutmadım,” diye itiraz etti. “Şarkıyı değiştirmek için radyoya uzanıyordum.”
“Sonra neden takmadın peki?”
Sorumu es geçti. “Neredeyim ben?”
“Burası zihninin içinde küçülen bir oda… Sen ölüme yaklaştıkça daralıp sıkışacak, duvarlar seni ezip
dümdüz edecek.”
Beti benzi attı. “Nasıl yani?”
“Şaka, şaka.” Güldüm. “Yok, öyle bir şey tabii ki. Ortamı yumuşatmak için söyledim.”
Sinirle gözlerimi yumdu. Beni dikkatlice süzdükten sonra, “Seni tanıyor muyum?” diye sordu. Odanın
içinde ufak adımlar atmaya başladım.
“Pek sayılmaz. Benim için haftalar geçti demiştim. Her akşam saat sekiz gibi masanın başında
oturuyorum. Seni hapsettiğim bu odanın içinden sana bakıyorum. Uyandırmaya çalışıyorum ama nasıl
yapacağıma henüz karar verebilmiş değilim. Kafan karışmasın. Hala bu odadasın, açlıktan veya
susuzluktan ölmen imkânsız. Kendi gerçekliğinin içinde, yani hastane odasında, serumlarla ve birtakım
kablolarla bağlı halde yatıyorsun. Asıl gerçeklikte ise sen benim kalemimin bir ürünüsün. Bu odada
binlerce yıl kalsan bile sana bir şey olmaz.”
Kız bana inanmadı. “Komadayken görüp görebileceğim en saçma rüya bu. Uyanınca herkese
anlatacağım.” Baktı bana, küçümser gibi, “Senin tarafından yazılmış olamam,” dedi. Bozulmadım
desem yalan olurdu.
“Yoksa iyi yazarların elinden çıkma acayip karakterlerden biri olmayı mı tercih ederdin? Benim öyle
hikâyeler yazma şansım var ama ne var ki senin onlardan biri olma şansın yok. İlkel bir karaktersin
çünkü, zamanı gelince unutacağım seni.”
“Başka türlü tanışsak da hoşlanmazdım senden. Kendini benden büyük görüyorsun.”
“Doğal olan bu zaten. Sen benim şeyimsin… E, yazdığım bir şey.”
“Yazar tıkanması mı yaşıyorsun?”
“Sadece kelime aklıma gelmedi. Öyle ahım şahım bir karakter olmadığına göre bu kadar
şaşırmamalısın.”
“Yine beni ana karakter olarak yazmışsın. Demek ki bunu hak etmişim.”
“Yanlış düşünüyorsun. Bunlar giriş cümleleri. Hayatın yaşadığın trafik kazasıyla değişecek. Bundan
öncesinde sahip olduğun tüm o anılar arka planda, gereksiz ve değersiz.”
“Klişe bence. Ben de diğer herkes gibi insanım. Başıma ne gelirse gelsin özgün bir karakter değilim.”
“Sence öyle demek… Bu kelime seçimlerinin beni kızdıracağını hiç düşünmüyor musun? Özgür iraden
yok. Senin aklın benim aklımın bir parçası.”
“Ya sen de başka bir aklın ürünüysen? O seninle konuşmuyor diye özgür bir iraden olduğuna mı karar
veriyorsun?”
“Bu sözleri sana ben söyletiyorum.”
“Eğer öyleyse derinlerde bir yerde seni birilerinin yarattığına inanıyorsun.”
Elimi ona uzattım, tuttu ve sıcaklığı hissetti. “Kalbim çok hızlı atıyor,” dedi gözyaşları yanaklarından
süzülürken. “Sana dokunduğumda varmışım gibi… Hissediyorum bunu, kanlı canlı insanım sanki.
Nefes alan, düşünen ve karar verebilen… Ne oluyor bana? Birileri tarafından itekleniyorum ama
nereye gitmem gerektiğini bilmiyorum.”
“Uyanıyorsun şu an.”
Elimi bıraktı. “İnsan olduğuma inanıyorum ben.”
Silikleşip gözden kaybolmadan önce onunla son bir kez konuştum. “O zaman insansındır zaten.”
Kız gözlerini açtı, yanı başında duran anne ve babasına baktı. Ona söylediklerim aklından çıktı, gerçeği
bir tarafa itekleyip doğrularını sahiplendi. Ailesine sarılıp ağladı. Ne güzel, hayattaydı işte. Önemli
olan da buydu.
Ben de masamdan kalktım. Pencereden dışarı, gerçek hayata baktım. Var olduğuma şükretmek için
geç bir zaman değildi. Kendime yiyecek bir şeyler hazırlamak için mutfağa yöneldim. Sonra bir anda
tüm hikâyeyi unuttum.
İlkim Baldan Kesgin
Bir cevap yazın