Yaz mevsimde ilk işleri sabah erkenden kalkmak, mesire alanına gitmekti. Ayyaş takımının gece boyunca boşalan şişelerini, yanlarında getirdikleri çuvallara dolduruyor, ardından da satmak için çarşının yolunu tutuyorlardı. İşin tuhaf olan yanı, şişelerin bir kısmının içinde, gece tüketilemeyen içkilerin oluşuydu. Likör şişelerinde tüketilmeden kalan içkilerin tadına bakmak, ilk meraklarıydı. Ne de olsa likör meyvelerden yapılıyordu. Şişelerin üzerindeki meyve resimleri bu ön kabullerinde etkili oluyordu. Günaha girme korkularını da biraz hafifletiyordu.
Zamanla korku ve tereddütleri, ‘tadına bakma’ merakının kurbanı olmuştu. Her sabah, şişelerin dibinde geceden kalan içkiler yine geceden kalan meyveler eşliğinde onlar için kahvaltıya dönüşmüştü. Nihayetinde de birer müptela olup çıkmışlardı. Topladıkları boş şişelerin paralarıyla, zamanla biraz daha artan bağımlılıklarına içki yetiştirmenin derdine düşmüşlerdi.
Üç kafadarın hayatlarını belirleyen yegâne amil içki olmuştu. Naci, aslında muhafazakâr bir ailenin çocuğuydu. Bir tür mahcubiyetten olsa gerek, yaz kış paltosunu hiç çıkarmazdı. Çünkü beline bağladığı serum şişesine doldurduğu içkisini, hortumla paltosunun kol yakasından çıkarır, gizli gizli yudumlardı. Onun bu hâlini mahalle halkının bilmesi dahi ona paltosunu çıkarttıramazdı. En azından çocuklara kötü önek olmuyorum düşüncesiyle böyle davranıyordu. Mahallenin sakinler ona bir isim bile takmışlardı: Serum Naci..
Yıllar geçmiş, akranları içinde neredeyse evlenmeyen kendisi ve kendisi gibi ayyaş olan iki arkadaşı kalmıştı. Aileleri, bir genç kızın başını yakmamak adına, kız istemeye kalkışmamıştı. ‘Baş bağlamak’ olan evlilikle bir genç kızın başını yakma vebaline hangi anne ortak olmak isterdi?
Üç kafadar, nerde akşam orada sabah, sarhoş geçen zamanları uyanık geçen zamanlarından daha çok bir hayat yaşıyorlardı. Onlar için hayatın anlamı ve gayesi yalnızca içkiydi.
Üç arkadaş yine şişeleri çuvallara doldurmuş, satmışlar. Kendi aralarında depo dedikleri serum şişelerini silme doldurmuşlar, çakır keyif yola koyulmuşlardı. Mumcu Caddesi’nin yokuşunu çıkarlarken gecenin karanlığına adımlarının yalpalaması eklenmiş, bu yüzden yoldan geçen bir gence toslamışlardı. Suçsuz olmasına rağmen belaya bulaşmama adına alttan alan genç özür dilemiş, bir an önce yoluna devam etmek istemiş olmasına rağmen türlü bahanelerin ardına sığınan iki sarhoşun ortasında kendisini kavga ediyor bulmuştu.
Çocuk, yabancı olmanın da vermiş olduğu korkuyla, aralarında kaldığı iki sarhoştan esaslı bir meydan dayağı yiyordu. Kavga sürüp giderken, başlangıçta kavgaya seyirci kalan Naci, bir anda kavgaya gençten yana karışarak arkadaşlarının karşısına geçti. Adaletin sağlanması, delikanlılığın kurtarılması ve dengenin kurulması adına, arkadaşlarıyla kavga etmeye başladı. Sonuçta ikiye iki, böylesi daha delikanlıca ve adildi[1].
Kavga sona erdiğinde arkadaşlarına içerleyen Naci, geceyi civardaki bir parkta geçirmek üzere yola koyuldu. Yorgunluğuna içkinin sarhoş eden etkisi de eklenince daha fazla dayanamadı. Çimenlerin üzerinde sızdı, kaldı.
Sabahın ilk ışıklarıyla parkta toplanan çocuklar, oyun alanlarının işgalcisi gördükleri Naci’yi bir güzel taş yağmuruna tuttular. Ellerindeki taşları ona doğru fırlatıyorlar, bir yandan da: “Deli var, deli!…” diye bağırıyorlardı. Ne olduğunu anlamaya çalışan Naci, zaman sonra serum şişesinin çocuklarca taşa çalınmasıyla çıkan sesten yaşadıklarının rüya olmadığını anladı. Kötü örnek olmak istemediği çocukların kendisini bir sarhoş olarak görmeseler de bir deli görmelerine içerledi. İçinden: “Delilerinki Allah vergisi, benim deliliğim kendi yanlışımın sonucu. Deli olmak için üstelik bir de para harcıyorum. Gece yaşadığım bir sürü rezillik de cabası.” Hüzünlendi, gözlerinden sessizce damlalar toprağa düştü.
Ellerini açtı, yalvarmaya başladı: ”Allah’ım bir kötülükten ancak akıl sahipleri pişman olur ve vazgeçer. Sen görensin, bilensin ve işitensin. Çocukların bana deli dediğini görüyor ve işitiyorsun. Bende bu içkiden vazgeçecek ne akıl, ne irade var. Deliliğime çocuklar şahit. Bu içkiyi sen benden kereminle al.” dedi.
Duasını ettikten sonra kalktı. Erzincan Çarşısı’na gitmek üzere yola koyuldu. Murat Paşa Camii önüne vardığında mahalleden çocukluk arkadaşlarına rastladı. Arkadaşları, o içkiye müptela olmadan önce çocukluk zamanlarında onunla oyunlar oynamış ve güzel vakitler geçirmişlerdi. O günlerin hatırasına, üzeri gece yağan yağmurda çamura bulanmış Naci’nin hâline acıdılar. Onun: “Nereye gidiyorsunuz?” sorusuna:
– Hamama gidiyoruz. İstersen sen de bizimle gel. Bir güzel yıkanır paklanırız. Tıpkı çocukluğumuzda, bayram arifelerinde birlikte yıkandığımız gibi.
Naci, günahsız çocukluk günlerini hatırladı. Gözlerinde saklı kalan damlaların kendiliğinden akışına, elleriyle müdahale etti. Kendisini hemen topladı:
– Olur arkadaşlar, neden olmasın? dedi.
Hamamda bir güzel yıkandılar ve paklandılar. Ardından limonlu çay sefası yaptılar. Ücreti ödedikten sonra hamamdan çıktılar. Bu defa yolda çocukluk dönemlerinden arkadaşları olan Burhan’a rastladılar. Ona: “Nereye gidiyorsun?” diye sordular. O da: Bugün dergâh günüm. Dergâha gidiyorum. İsterseniz gelin birlikte gidelim. Hem hamamdan yeni çıkmışsınız. Abdestleriniz de muhkem.”
Naci, diğer arkadaşların mutabık kaldıkları bu teklif karşısında sesini çıkarmadı. Ona ayrı bir teklifte bulunuldu: “İstersen Naci, sen de gel. Ne dersin?” Düşündü, taşındı. Arkadaşlarından ayrılmasının ayıp olacağına kanaat getirdi. Kendisini hamama götüren, bir güzel yıkayan ardından da çay ısmarlayan arkadaşlarından ayrılmak olmazdı. Hem gittikleri yer kötü bir yer değildi ki. “Evet, ben de sizinle geliyorum” dedi.
Birlikte dergâha gittiler. Sohbet dinlediler. Akabinde zikir çektiler, çıkışta vedalaşıp evlerine gittiler. Naci, uzun yıllar sonra sabah ezanı okunurken gözlerini açıyordu. Yatağından fırladı. Abdest aldı. Sabah namazını eda etmek için camiye gitti. Hayatında sanki hiç içki melanetine bulaşmamış gibiydi.
Elindeki sigarayı keyifle tellendirirken yanına dergâhtan arkadaşı olan Aslıbey yaklaştı:
– Naci ağabey, sen içkiyi bırakmış bir adamsın. Çilingir sofrası arkadaşların hâlâ uyanık gezemezken. Şu sigarayı mı bırakamayacaksın? Gel şu melaneti de bırak tam olsun, dedi.
– İyi diyorsun da kardeşim, içkiyi bırakmak benim işim değildi. Olsaydı diğer arkadaşlarım da bırakırdı. Ben sigarayı üç gün bırakayım dedim; şehirde direklere, köye gittim ineklere tosladım. Senin ya nasıl içkiyi bıraktın? Sorundaki ısrarına istinaden duamın kabul oluşunu anlattım.” Onu benden alan aldı…
[1] Adaletle ‘delikanlılığı’, yani yiğitliği bir tutan, bunları birbirine perçinleyen, yiğitliği ‘adalette’ gören bir kültürün, bir milletin evladı… Sarhoş, ayyaş olsa, bütün azalarını uyuşturmuş olsa bile bu en esaslı değeri, adalet duygusunu uyuşturmayan bir genç. Bu milletin çocukları, ama yalnızca bu milletin çocukları, şartlar ne olursa olsun; içinde yaşadıkları toplumlarına iftihar edecekleri bir şey, mutlaka bırakırlar. Türk milletine mensup olmak, adına kültür dedikleri bir mektebin öğrencisi veya öğretmeni olmaktır. Delikanlılığın, yani yiğitliğin adaletle mümkün olduğunu başka hangi mektep öğretebilirdi? Bir yandan da şunu öğretirler bu mektepte: “Harabat ehline hor bakma şakir, defineye malik viraneler var”. Şimdi, adalet duygusundan yoksun olanların, harabat ehline hor bakanların ‘mektep dışı’ olduklarını söylemeye gerek var mı?
Bir cevap yazın