Sessizliğin Dayanılmaz Çığlığı
Günlerdir düşünüyorum. Kış uykusuna yatmış şu halimize, nasıl müjdelesek baharı? Uyandırmaya çalıştığım her sayrı, ölümden besleniyor sanki. Geceyi giyinmişler ruhlarına. Her rüya, mistik bir çöl rüzgarı. “Herkes önce kendi rüyasına sahip çıkmalı!” dedi eski bir masal kahramanı. Ne olmalı bir hünsanın düşü? Bir ceset var ortada ve sahibi yok! Kendi bile sahiplenmemiş, yerleşememiş o bedene.
Her şeyi bir su damlasının içine sığdırabilmek mi kolaydı? Su damlası olabilmek mi? Denizlerce yazı yazmışlar suya, kumla… Adam başına kaç intikam düşüyor? Gökyüzüne yazsak sığar mı? Rengarenk çiçeklerin üzerindeki kelebekler için ne fark eder, renk körü olan birinin varlığı?
İşte yine oluyor. Kelebekleri düşününce kafamdan ürkünç sesler geliyor. Kafatasımı çatırdatıyorlar. Seslerin rengi siyah, gözleri elmas… Bir kuşun kanadına verdim gitti hayatımı…
Tek Kişilik
Yok olmak adına kaybedilmiş bir yaşam… Öyle gerçek ki; bazı harfler yan yana durduklarında koskoca bir hayat olmaya yetiyor bazen…
Hangisi daha çok acıtırdı sizi? Unutulmak mı? Unutulmaması gerekenleri unutmak mı? Sevgi içinde boğulmak mı? Sevgisizlikten gömülmek mi? Hiç ölmesin diye kelebeğin kanadına sonsuzluk armağan etmek… Belki de o kelebek ölmeli!
Acıtan tüm söylemlere inat gülümsemek, gamzesinden öpmek bir kalbi… Seninle kalanlara bakmadan, kaybedilenlere düğünler göndermek, bayramlar giydirmek! Ne kadar adilse her şey, o kadar zindan var her bir boşlukta. Kendi sesini, ilk kez duyan bir sağır gibi heyecanlı ve bir o kadar da yabancı kalmak aynadaki görüntüye.
Her sabaha iyicil bir ifadeyle başlayıp, gerçeğin o ihtişamlı yüzünü ayla örtmek, koyuluğa sarılıp beklemek… Erken vazgeçişlere teslim olmak, ölüm tadında…
Bir cevap yazın