Yollarda büyüdüm.
Kaç ölüm yüz çevirdi benden
Kaç ölüme gelme dedim
Gerçek değilsen…
Okulun dağılış saatinin yaklaştığına kanaat getirdikten sonra perde gerisinden kızını bekleyeli neredeyse yarım olmuştu. Kızının naklini aldığı okuldaki ilk gününün nasıl geçtiğini merak edişi bu bekleyişte etkili olmuştu.
Kızının, telaşlı adımlarla koşarcasına eve doğru yaklaşması, endişesinin artmasına sebep oldu. Kapıya doğru yöneldi. Kapının zilini çalmasına fırsat vermeden hemen kapıyı açtı. Kapıyı açınca soluk soluğa kalan kızıyla göz göze geldi…
Ayşe, bakışını annesinden kaçırdı, telaşlı adımlarla içeriye girdi. Okul çantasını hoyratça bir çeviklikle divanın üzerine bıraktı. Bir yandan okul formasını çıkarırken bir yandan da yanına varan annesine:
-Anne biliyor musun bugün okulda ne oldu?
-Anlatmazsan nereden bileyim? Anlat ki bileyim. Sözü üzerine:
-Anne öyle tuhaf bir şey oldu ki duyduğunda inanamayacaksın. Ben şaşırdığıma göre sen hayret edeceksin. Kırk yıl düşünsen bugün okulda olanlar aklına gelmez.
-İnsanı meraktan çatlatırsın. Hadi soluklan da anlat. Hem kırk yıl düşünsen aklına gelmez diyorsun. Hem de tahmin etmemi bekliyorsun. Merak etim, artık nefeslen de bir an önce anlat. Sevgili kızımı böylesine heyecanlandıran olay nedir?
-Bugün okulda edebiyatçı Macit Hoca’nın dersindeydik. Onu herkes gibi nedense ben de çok sevdim. Yoklama alırken benim sınıfa yeni geldiğimi fark edince bana hoş geldin dedi. Ben de hoş bulduk dedim. Nerden, niçin geldin, dedi. Ben de teneffüste yanına gidip anlatacağımı söyledim. Böylesi daha iyi hem dersi de bölmemiş oluruz dedi. Zil çalınca yanına gittim. Öylesine kendisine kanım canım ısınmıştı ki biraz küçük olsam az daha kendisine sarılacaktım. Senin deyiminle koca kız oluşum beni böyle davranmaktan alıkoydu.
Bana dönem ortasında gelmemin sebebini sordu? Ben de ailemin Bursa’dan göç etmesi sonucu mecburen geldiği söyledim. Tasdiknameyle gönderildiğimi utancımdan söyleyemedim. Bana tekrar hoş geldiniz, dedi.
Sonra yüzüme pürdikkat baktı. Aramızda şu ilginç konuşma geçti:
-Ne tuhaf, lisede benim bir sınıf arkadaşım vardı. Dişlerin onunkilere ne kadar da benziyor. Dişlerin bana onu hatırlattı.
-Hocam, o arkadaşınız kimdi?
-Gül diye birisiydi. Yalnızca dişlerin onunkilere benziyor. Yoksa diğer özelliklerinin hiçbirisi ona benzemiyor.
-Hocam o benim annem!
-Annen mi? Kendinden çok emin konuşuyorsun. Annen olduğunu nereden çıkarıyorsun? Senin annen hangi lisede okudu? Atatürk Lisesi.
-Şimdi oldu. Dişlerinde benzediğine göre büyük ihtimalle onun kızısın. Zaten okuldan eve gittiğinde onun da beni tanımış olması, bu benzetmemin doğruluk derecesini teyit edecektir. Ne tuhaf yalnızca dişlerinin annene benziyor. Keşke diğer yanların da onunkilere benzeseydi. Ama dişlerinin annenin dişlerinin aynısı olduğunu çekinmeden iddia edebilirim.
-Hocam, annem de hep öyle der; gittin geldin bodur halalarına çektin. Bir dişlerin bana benziyor diye.
Sonra öğretmenimden ayrıldım derse gittim. Ders boyunca okulun dağılmasını bekledim. Olanları sana anlatmak için sabırsızlanıp durdum. İnan, anne sabretmenin ne zor bir şey olduğunu bugün öğrendim. Ha, bir de yanından ayrılırken “ Bak, kızım bir sorunun olursa beni haberdar et. “diye de sıkıca tembihledi. Ben de olur hocam dedim. Yanından ayrıldım. Bana adımla hitap etmemesi kızım demesi öyle hoşuma gitti ki…
Annesinin yanağından bir damla kederli gözyaşı yuvarlandı. Kızı, anne yoksa sen ağlıyor musun? dedi.
Yok yavrum! Benimkine ağlamak denmez. Bunlar sevinç gözyaşları. Senin için bu şehre geldik biliyorsun. Burada okuluna mutlu başlamana sevindim. Okuldan ilk defa sevinçle dönüyor olmanı tahmine gerek yok. Öyle mutlusun ki her yanından mutluluk dökülüyor, ister istemez ben de bu mutluluğuna sevinç gözyaşı dökerek katılıyorum. Ne de olsa senin sevincin, benim sevincim demektir. Senin yüzündeki sevince benim gözyaşlarım eşlik ediyor.
Yemek hazır olunca seni haberdar ederim. Benim mutfakta işlerim var. Onlarla ilgilenmem lazım. Hem radyoyu da seni bekleme telaşından açık bırakmıştım. Onu da gidip kapatayım. Boşa cereyan harcamasın yazık, diyerek oradan ayrıldı.
Mutfağa vardığında istemsizce gözleri eline takıldı. Yıllar önce olduğu gibi elindeki neşter sızısı yine yüreğine yürüdü. Orada karar kıldı ve saplanıp öylece kaldı. Aslında mesele basit bir inatlaşmayla ilk kıvılcımını alan sonra önlenemeyen bir yangın misaliydi. Lise son sınıftayken arka sırada oturan Macit her zaman yaptığı gibi kalemini küçücük neşterle açtığı bir sırada elini açmış; kesemezsin ki diye ona doğru uzatmıştı. Bozuk plak gibi kesemezsin, kesemezsin diye tutturmuş, Macit’i kışkırtmıştı.
O da erkekliğine yedirememiş neşterle hafifçe avuç içindeki kader çizgisine paralel çizmişti. Yarasından akan kana mendilini bastıran Gül o gün tek kelime konuşmadan akşamı etmiş, ertesi gün Macit’i gaddarlıkla suçlamıştı. O da suçlamalar karşısında; benim gaddarlığım değil. O yara senin aptallığından diyip meseleyi kesip atmıştı. Gül’de kısık ve ürkek bir sesle ama herkes senin gibi değil ki diyebilmişti. Macit, ben herkes gibi değilim. Herkes gibi olmadığımın şahidi elin, baktıkça benim herkes olmadığımın cevabını görürsün, demişti.
Bu cevap o günden sonra elinden yüreğine aşk acısı olarak yürümüş orada karar kılmıştı. Gül, aslında Macit’i O günde bırakmadan bugüne uzanan bir sevgiyle hep sevmişti. Bu öyle bir sevgiydi ki başkalarının yaptığı gibi kör kabuller üzerinden yükselmiyordu. Zamanla onu tanıdıkça kendi aleyhine olacak bir vazgeçişle sevebilmeydi onunki…
Açık bıraktığı radyoda yine çok sevdiği şarkılar çalıyordu. Sunucu, şimdi sıradaki hicaz makamında bestelenmiş olan Zeki Müren tarafından icra edilen “Sevgimizin aşkımızın üzerinden sene geçti…” Şarkısını siz değerli dinleyicilerimizden ‘seven ve sevilenlerle’ buluşturuyoruz diyordu. Notalar porteden gözyaşı olup düşüyor, yüreğindeki bam teline dokunuyordu. Hafif bir yaranın izini taşıyan elini, derin ve bir türlü iyileşmek bilmeyen yaranın olduğu kalbimin üzerine koyuyor, şarkıyı adeta yaşıyordu.
Bir cevap yazın