Oturduğu muşamba tipi koltukların soğuk yüzeyinden ürperdi bir an. Yanında ve karşısında kimse yoktu. Bu dörtlü koltukları çok severdi. Ortada bulunan masaya not defteri, kitap ve suyunu koyar, zaman zaman notlar alır, bol bol kitap okuyarak, arada sırada geçmişe dönerek, kendisini dışardan seyreden ikinci bir kişi gibi hayatını gözden geçirir, kendine çizdiği hedefler skalasında hangi noktada olduğunu kontrol ederdi. Bir çeşit hayatının kendisine yansımasıydı bu… Şu tren camına vücudunun yansıması gibi. Bunları düşünürken uzun saçlarını, boynuna doladığı kırmızı fularını gördü. Saçlarının omuzlarından dökülmesine izin vermişti bugün.
Seyahatler kafasını toplayabilmesini sağlardı. Masanın üzerine bıraktığı kitabına dokundu, sanki böylece hikaye kahramanlarından birisine dönüşüyordu. Sırf kitap okumak için bile bol bol seyahate çıkabilirdi. Yeni yerler görmek, insanlarla tanışmak, yeni dünyalar, diller ve kitaplar. O yüzden belki de gittiği şehirlerde kitapçılara uğrar, bit pazarından kitap aldığı olurdu. Bir keresinde, Lille’den almış olduğu, sayfaları sararmış, Goethe’den satırlar taşıyan küçük Fransızca kitabı hatırladı. Yayımlanma yılı, 1800’ler, ‘beni al’ diye bağırıyordu sanki. Hem, belki birgün Fransızca da öğrenirdi kim bilir, hayat süprizlerle dolu değil miydi zaten?
Küçük kareli defterini aldı. İnsan yaşlandıkça daha mı az seyahat etmek isterdi? En azından yakınında bulunan insanlardan gördüğü kadarıyla, seyahat öncesi sırf yol korkusu nedeniyle en az bir hafta öncesinden rahat uyuyamamaya başlamak… Belki de hep aynı noktada yaşayıp, en fazla bir kaç yüz kilometre gitmek, gitgide insanları içine kapatıyor, daha bir muhafazakâr yapıyordu. Hep aynı yerler, aynı kişiler, aynı hava, aynı su. Izdırap gibi… Özgür olup ta bilinmeyene yelken açmamak, belki zamansızlık, belki parasızlık, bazen korku, bazen yanlızlık, bazen çocuklar…
Tren bir sonraki istasyona yanaştı hızını azaltarak, kapılar kalabalık platforma açılınca bir uğultu kapladı sanki etrafı, yeni insanlarla doldu, taştı vagon. Büyük, küçük kışlık ceketli, türlü türlü şapkalı, bavullu insanlar. Önce ellerindeki sıkı sıkıya tuttukları çanta ve valizlerine yer buldular; sonra ceketlerinden, şapkalarından kurtularak kendileri yerleşti koyu renkli koltuklara. Kendisi gibi, yavaş yavaş. Bu, daha bir kaç saat sürecek, yolculuğa merhaba diyerek. Tren farklı ülkelerden geçtikçe, istasyon anonsları da, yeni binen insanların da dili değişiyordu. Önce İngilizceydi, kulağa yakın ve alışık kelimelerle, tren okyanusun altından geçipte karşı kıyıdaki istasyona yanaştığında Fransızca kelimeler ve insanlar doldu vagona. Kıyafetleri değişti, çantaları değişti, mimikleri değişti. Sanki sesleri daha gür ve kalındı. Belki de bu bir türlü alışamadığı dili konuşmak için çıkarılmak zorunda olan bir sesti, gırtlaktan ve kelimeleri birleştirerek oluşan bir dalga gibi.
Tren, en az insanları kadar değişik arazilerden, evlere bazen yakın, bazen uzak geçti. Saatte bilmem kaç tren gürültüsüne maruz kalan evler arasından, kendisi için yapılmış tren rayları üzerinde hızla gezinmeye devam ederek, yolunu alıyordu. Bazılarının bahçesinde yaşama dair izler vardı, bazıları sanki tren gürültüsünü kesebilmek için raylara dönük kısımlarını bir depo gibi kullanmayı seçmişlerdi. Ellerinde olupta kullanmayıp ama, atamadıkları eşyaları trene dönük tarafa istifleyerek, belki de bir bariyer oluşturmaya çalışmışlardı.
Uzun bir süre gittikten sonra bu sefer üç dilin resmi dil olarak kabul edildiği, küçük ülkeye girdiler. Bunu, evlerin gittikçe değişen biçimlerinden anlıyordu; yoksa ülkeden ülkeye geçerken pasaport kontrolü yoktu. Biletçi arada sırada gelip, yeni binenlerin biletine bakıyordu sadece. Tren, bir sonraki görev saatine kadar kendisini büyük ve şaşalı yapılmış istasyonda misafir edecek ülkeye girer girmez, daha geçen seneye kadar üç dilde arka arkaya yapılan anonsları hatırladı. Trenin nereden kalkıp nereye gittiğini, tren cafesinin açılış ve kapanış saatlerini, hangi istasyonlarda durulacağını ve şimdi hangi istasyona varmak üzere olduklarını belirten, uzadıkça uzayan anonslar… O anda ne yapıyorsan, bırakmaya zorlayan. Üç ayrı dil üzerinden aynı bilgilerin üç defa dinlenilmek zorunda olunması….
Sanki her vagon bir hayatı simgeliyor gibiydi; şu kızıla boyanmış evlerin birinden pencereden bakan kişinin bakış açısından, akıp giden vagonlar, hayat gibi, bir varsın, bir yoksun. Hayat, işte bu yüzden bir yolculuğa benzemiyor muydu? Bir noktadan bir noktaya hareket, duraklarda binenler ve inenler, hayatınıza katılanlar, ayrılanlar… Bir bakıyorsun, kalabalık içinde kalmışsın, başkalarının gözünde fiziksel olarak bir yer kaplamaktan başka bir işlevinin olmadığı. Bir bakmışsın, tren boşalmış, yanlız kalmışsın ama yanlızlık içine dönmeni sağlamış, çoğalmışsın. Bir iki sıra ötedeki kişide var olan bir şey sana göz kırparken, bir diğerinden sadece uzak durmayı gerektiren içgüdü… Bazen son durağa varmak istemeyip, herhangi bir durakta inmeyi, bilmediğin kalabalıklara karışmayı düşünmek. Kendini o anda aklına gelen düşüncelere bırakmak, özgürlük mü, yoksa kaos mu?
‘Désolé mademoiselle, je pense que vous êtes assis à ma place’[1].
İnci, kafasını çizgili defterine iyice gömdüğünün farkında olmayarak bakışlarını yukarıya, sağa döndürdü, sanki vagondaki bütün yolcular kendisine bakıyor gibiydi. Tren durmuştu, ama istasyonda ortalarda kimse yoktu. Ne zaman buraya gelmişler? Bu ısrarla bakan adam kendisiyle ne zamandır konuşuyordu? Batı Avrupalılar böyledir işte, yabancılarla mümkün olduğunca az konuşur, ama hakkını sonuna kadar bırakmaz, alır, diye düşündü. Eşyalarıyla iyice dağıldığını farketti, toplandı. Şimdi bu adam da nereden çıkmıştı, bu yolculuğu geçirmesi için uygun gördüğü koltuktan olmuştu işte, tam da alışmışken, diye hayıflandı.
Şimdi gideceği yerin tam tersi yönüne oturmak zorunda kalacaktı, bahtına bu numara çıkmıştı bilet alırken, keşke dikkat etseydi numaralara. Hiçbir zaman ters tarafa oturmayı sevmemişti, seven var mıydı acaba ya da farketmez diyen, etrafa bakındı boş yer var mı diye. Elinde yarım yamalak kavradığı çanta ve kitabıyla görebildiği kadar ya birisinin yanında ya da masası olmayan yerlerde vardı. Zaten şimdi toplanıp başka yere göçmekte zordu. Karşıya geçti, oturdu, bir yandan da gözaltından, koltuğuna otururken, zafer kazanmış gibi bir ifadeyle gözleri parıldamış bu, orta yaşlı, zayıf, uzun boylu yolcuyu inceliyordu. Gri takım elbisesi ile belli ki iş seyahatindeydi. Hafta içi Brüksel’de çalışıp, hafta sonları Londra’ya gidenlerden mi, yoksa arada sırada iş için şehir değiştirenlerden mi? sorusunu cevaplamak için adamın yanında getirdiği bagajı aradı. Yukarıda olmalıydı, İnci düşünceleri içinde kaybolmuşken, yerleştirmişti büyük ihtimalle ya da yanında getirdiği şu dizüstüyle yolculuk yapıyordu, sırt çantasının içine koyduğu. Takım elbise, pardesü ve sırt çantası bu üçlüyle yolculuk. Sırt çantası spor, oysa takım elbise, ciddi. Hiç bağdaştıramadı. Dizüstünü çoktan masaya yerleştirmiş, cep telefonu ile dizüstü arasında gidip gelen adamın buna takılmadığı açıktı.
Geriye kalan zamanda not defterini kenara koyup, camdan ters yöne akan ağaçları, evleri, otlayan hayvanları seyretti. Yanına aldığı ‘Sineklerin Tanrısı’ kitabının kapağını incelerken, yazarların kitap kapaklarını seçmede ne kadar özgür olabildiklerini sorguladı. Sonra son istasyonda varacağı yere gidecek tramvay numarasını hatırlamaya çalıştı. Keşke telefonuna not etseydi, yine emin değildi. Boş verdi, nasılsa bulurdu. Trenin son noktaya varmasına geriye kalan süre artık dakikalara düşmüştü. Kendisini seyahat etmenin mahoş duygu birikimine bıraktı, gözlerini kapattı, sadece trenin raylardan çıkardığı sesleri duyuyordu…
Hall i. T.
16
Kasım 2020
[1] Afedersiniz bayan, sanırım benim yerimde oturuyorsunuz.
Bir cevap yazın