Hırpalanıyor kapı köşelerine zorla tutturulan menteşeler, bakır bakır ağlıyor. Diz kapaklarıma
diazemler saplanmış, kurşuni bir sıvı damlıyor salon parkelerine. Kornişlere tutturulan bir telaştan
sarkıyor, göz kapaklarımın buruşuk kadife örtüsü. Yine de bağırışlar nakışlıyorum, kentin siyaha çalan
çay boyuna. Şeker kavanozlarının annem görmesinlere açılan kapağından küfler besteliyorum,
neydim ki ne olacağım boşluklarına. Giydim de gören olmadı acı yeşili yün yumaklarını, sütyen
kopçasında demledim işçilerin sabaha karşı çaylarını; bileklerimde dikenlerine aşık bir ısırgan otu.
Gençlik heveslerini nereye asardı insan ? Okyanus diplerindeki kılıç balığı yuvalarına mı yahut mezar
taşlarının buz kesilen çehresine mi? Bir Vivaldi sessizliğidir ki salon duvarlarından orta sehpanın
tozuna ve oradan boyun benlerime vurur tınısını. Adı baskılanan sokakların, sararan bitki örtüsüne
ekilir cahil cühela vedalar. Gözbebeklerim bir lav ki, fışkırır; kimi kimsesi yok dudaklarının rutubetine.
Gökkuşağı Pazarı’na çıksak elma ile domatesi karıştırır mısın rengi aynı diye? Peki neden
karıştırıyorsun ekmek kırıntılarına basıp geçen aşüfte sevdalarınla katran karası kavgalarımı ?
Karıncalansa ya kollarım doğururken seni. Kahkahası içine kaçan tezgahlardan boşalsa ruhun, taze
nane kokusu budasan kıraathane masalarına.
Çivit mavisine boyasak keşke bahçe duvarlarını, gündönümleri çizsek üzerine; boynu bükük bir lehçe
ile. Çatılarımıza tüneyen keçileri dert etmesek mesela. Epifiz bezimden puantiyeli elbiseler dokusam,
bakir feryatlarıma. Tam da ortasındayken hayatın, koparıversem ipleri inceldiği yerden. Kırmızı ruj
lekeleri bıraksam şımarıp, bardak ağızlarına. Damlaya damlaya göl olsa beynimin içindeki iltihap,
keşke. İhtilal melodisini çalsam, ıhlamurlar çiçek açtığı zaman. Muhalif satır aralarından, ucu kıvrık
harita metot defterlerinden, bohçaların genzimi yakan naftalin miskinden ve kavanoz içlerine
gömdüğüm solucanlardan; damlıyor işte, görmüyor musun ? Kirpik diplerimdeki kronik buhranlardan
yeni serilmiş çarşaf soğuğuna damlıyor hasret, usul usul ve pervasızca. Keşkek kazanlarında çitilenen
yoksul türkülerimize ne methiyeler düzülmüş-tü, tütün sarmayı bıraktığım yaşam aralarında.
İlkokulun kara tahtalarından aşırdığım sorular tırmalıyor beynimi, lambada titreyen alev üşümüyor
artık. Sarı saçlarını deli gönlüne değil bel kıvrımına sarkıtıyor Mihriban, azgın ve titrek
münasebetlerinin alaladeliğinde. Kış ortasında solan düşlerimizi kurutalım orkide kokulu çamaşır
iplerinde, gel. Ya da gelme. Doruklarına sevdalanmışım ben ama kibrin paçalarından damlıyorsun ;
sıcak ve sarı.
Çağla NALBANTOĞLU
Bir cevap yazın